Muhammed Ali’nin vefatı hemen herkese yetmişleri hatırlatmış. En azından yetmişleri görenlere. Gecenin ortasında, 2-3 sularında maçı izlemeye kalkardık. Biz kızlar için futbol bir anlama gelmiyordu, basket biraz kuşağımızın modasıydı, bokstan ne anlardık ne de merak ediyorduk. Ancak Muhammed Ali’nin maçlarını izlemeye kalkardık. O sene henüz okula başlamamıştım, uluslararası kadın günüymüş, Joe Frazier’le Muhammed Ali arasında da yüzyılın dövüşü. Neden derseniz, Amerika’da Kasyus Kley adında biri Müslüman olmaya karar vermiş. Dünya şampiyonu. Yugoslavya’da yaşayan bir çocuğun, hele de 5-6 yaşında bir kızın kafasında dünyanın ne kadar büyük olduğunu, dünya boks şampiyonunun ne anlama geldiğini hatırlamıyorum. Ancak gece ortalarında bu dövüşleri izlemeye kalktığımızı hatırlıyorum. Bundan bir iki yıl sonra, gece ortalarında sahura kalkmaya da alıştık. Ancak bu ilk sahurlarımızı hatırlamıyoruz, hatırladığımız, gece ortaları kalkmak, siyah-beyaz televizyon başında beklemekten ibaret. Kasyus Kley, Müslüman olmasından dolayı bizim için önemliymiş. Müslüman olmanın da pek ne demek olduğunu bilmiyorduk, ama önemli bir şeymiş.
Kökler, Kunta Kinte ve Ben
Tekrar yetmişlerdeyiz. Altıya mı gidiyordum yediye mi artık hatırlamıyorum. Okulda arkadaşlar Sandokan dizisini takip etmiş, Kabir Bedi adlı oyuncu modaymış. Korsanlar falan. Hiç de merakımı uyandırmıyordu. Başka bir diziye tutkundum ben: Kökler. Diziyi izlerken ne kadar ağladığımı da hatırlıyorum. Hayatımda başından sonuna kadar izlediğim ilk ve yanılmıyorsam tek dizi film. Bu yüzden unutulmaz. Afrika’da zavallı insanları yakalıyorlar, Atlantik üzerinden Amerika’ya götürüp satıyorlar, köle olarak çalıştırıyorlar. Çocukları annelerinden ayırıyor, kardeşleri birbirlerinden koparıyorlar. İlk acıları film ve kitaplardan öğrendim. Şükür. Samimiyetle, içten ağlamıştım. Köle tüccarlarından, köleleri çalıştıran zenginlerden ne kadar nefret ettiğimi bir bilseniz… Ee, Muhammed Ali’nin de ataları köle olarak gelmişler Amerika’ya. ‘Peki, nasıl bu köle ticaretini yaparlar? Neden polis onları yakalamıyor? Neden yargılanmıyorlar, neden bu zavallı kölelere işkence yapan zenginler cezaevine gitmiyorlar?’ Rahmetli babama sorduğum sorular bitmezdi. Rahmetli babam da feodalizmin, kapitalizmin, köle sisteminin kötü taraflarını anlatırdı. Sosyalizmde köle olmaz, diyordu. Annem, “İslam’da da olmaz”… Yani mümkün ama köleyi azat edenin o kadar büyük manevi avantajları var ki her Müslüman, kölesi olsa bile onu azat eder diye ilave ederdi. Peki, ya komünizmde?
Sorulara devam ediyordum. Komünizmi henüz kimse görmedi, öyle bir devlet, bir düzen yok, şimdilik bu ütopya derdi babam. Annem tekrar, tek tanrıyı inkâr eden ideolojiden bir hayır olmaz diye ilave ederdi. Ben de geceleyin rüyalarımda Kunta Kinte’yi namaz kılarken görürdüm. Kötü beyazlardan kaçmış, bizim Yugoslavya’ya gelmiş, kölelikten kurtulmuş ve şimdi bir evde namazını kılıyor. Başka sefer köle tüccarların elinden kaçmış, deniz yolu ile bir şekilde Dubrovnik’e, Dubrovnik zaten bize yakın… Gemilerde hastalıklardan ölen, denizlerde boğulan Afrikalılar için yas tuttum. Yüzyıllar geçmiş ama olsun, ben on iki yaşında iken öğrendim bu acı hikâyeleri. Meğer öğrendiğimiz gibi değilmiş…
Yıllar geçmiş. Ne zaman dizi filmlerde anlatılanlara inanmaz olduğumu hatırlamıyorum. Diziler, filmler kurgu, belgeseller ise gerçek diye düşünüyordum. Romanlar, hikâyeler, oyunlar, yani edebiyat kurgu, tarih ve fen kitapları gerçek. Gençlik de çabuk geçer. Ne zaman kritik düşünmeye başladığımı, ne zaman öğrendiğim her bilginin her açısını incelemeye başladığımı, ne zaman her türlü bilgiye mesafe tuttuğumu da hatırlamıyorum. Ancak o zamanlarda kapitalizmin verdiği imkânlar daha cazip geliyordu, Batı’daki gençlerin arabaları, harçlık için McDonalds’larda part-time çalışmaları, gittikleri konserler, dinledikleri müzikler, kot markaları… Artık Kızılderililere ve Afrikalı kölelere duyuyor olduğum empati bir yerde unutulmuş, kaybolmuş gitmiş. Hollandalı, İngiliz, Fransız köle avcılarını da unutmuşum. Kafamdaki bir toplum trajedisinin yerini birey trajedisi aldı. Anna ile Vronski gibi yasak aşklar, cinayet işleyen Raskolnikov… Ona hak mı vermiştim, bilemiyorum.
(Son)Baharlar ve arifeleri
Evlen, savaş günlerini yaşa, evini geçindir, çocuğunu yetiştir, tezlerini yaz, ev yaptır, makaleleri yetiştir derken kendimi kırkların arka bahçesinde ellilerin eşiğinde yakaladım.
Arap Baharları. Her gün haberlerde gemilerde hastalıklardan ölen, denizlerde boğulan, ülkelerindeki sefaletten, savaştan kaçan insanları görüyorum. Zamanımızda artık köle avcıları kalmamış. Başka türlü insanlar bu mültecilerden, sığınmacılardan, onları ümit güneşinin doğduğu Batı’ya götürmek için varını yoğunu alıyorlar. Eymenler boğuluyor. İsmini bilmediğimiz nice kadın, erkek, yaşlı, çocuk bir parça hayat peşinde ölümü buluyor. Köle avcılarının yakaladıkları Afrikalılar genellikle eğitim almamış, sadece tarlalarda, çiftliklerde çalışabilecek işçilermiş. Kendi parasıyla Avrupa’ya, Amerika’ya gitmeye teşebbüs edenler arasında ise avukatlar, mühendisler, uzman doktorlar, hemşireler var. Zamanımızın insanı dünya. Gelişmiş dünya kimi alacağına, kimi Midilli Adasında veya Makedonya’daki Araflarda bırakacağına karar veriyor. Yaş, cinsiyet, boy, din, sağlık durumu, meslek… Ellerini uzatsınlar, herkesi ve her şeyi alabilir bu beyaz zenginler. Bu sefer onlara köle sahibi denmez. İnsansever. Filantrop. Yardımsever. Ne derseniz deyin.
Bir de toplumsal trajediye toplumsal cevap veriyorlar. Mültecileri kendi ülkelerine yerleştiriyorlar, daha sonra iş ve kredi imkânı da verecekler, yeni gelenler kendilerine ev satın alsın, çocuklarını okutsun. Bir sonraki kuşak babalarının borçlarını kapatacak, yeni bir ev, yeni iş, yeni imkân arayacak. Bankalara kâr getirmek için çalışacaklar. Yoksa kuşaklar mülteci kamplarında kalmayı kabul ederler mi? Hani, Kökler dizisinde yeni gelen köleler ahırlarda yatıyorlardı. Bu transatlantik köle ticareti arifesinde hangi baharlar varmış merak ediyorum. Hangi IŞİD’ler, İdiller, Esad’lar, Aleviler, sahte mücahitler, Talibanlar, Pasdaranlar, Selefiler, tekfirciler, tekfircileri tekfir edenler, aşırı dinciler ve dincilerin aşırı karşıtları güç-koltuk-toprak-petrol-para’dan ibaret tanrıları adına masum insanları öldürüyorlar, erkek-kadın-çocuk demeden tecavüz ediyorlar, kütüphaneleri yakarak yüzyıllarca mevcut bulunan mabetleri, türbeleri, anıtları yıkıyorlar? Yanlış anlaşılmasın, transatlantik köle ticareti arifesini merak ediyorum, zamanımızda, şu an gördüğümüz hep yardımseverlik ifadeleri. İnsani yardımlar falan, sosyal programlar.
Zamanımızın zengin beyazları iyi insanlarmış. İnsani yani. Yardımsever. Toplumsal yardımseverler. Şimdi ülkelerine sığınmış bir uzman hekim bir huzurevinde yaşlıların bezlerini değiştirmeye görevli hasta bakıcı olarak iş bulursa, bir akademisyen çocuk bakıcılığını yaparsa, bir mühendis fabrika işçisi olarak çalışmaya başlarsa… Unutmaz bildiklerini, performanslarını gösterir. Olsun. Beyazların ülkesi ona kucak açmış. Bir sonraki kuşakta belki ev sahibi de olacaklar. Bu beyazlar çok insaniymiş… Toplumsal olarak. Irksal.
Bosna’da Foça diye bir kasaba var (Osmanlı döneminde Hersek Sancağı merkeziydi, fakat şimdi taşra sayılır). Ben de Foça kökenliyim; işte “Foçalılar cimri” diye fıkralar anlatılıyor (Cimri olmasalar da çok sivriler, biline). Bizim Foçalı Drina kenarından geçerken ayağı kaymış, elindeki ekmeği nehre düşürmüş. Tam ekmeği yakalamaya nehre girecekken, Drina da hızlı, ekmeği götürmüş. Foçalı ekmeğin arkasından bakmış: “Balıklara yem olsun, rahmetli babamın ruhuna sevap olsun” demiş.
Bu yardımseverlerin sevapları da babalarının ruhlarına, balıklara yem olsun.