Nerde, nasıl başlamıştı bilemiyorum. Belki ben ilk defa onu Kemalpaşa tatlısında fark etmiştim. Sonra Mahmutpaşa köftesinde yalnız bir örnekten ibaret olmamasına biraz daha şaşırdım. Ardından Mevlana diye diye etli ekmeğin kaşar ilaveli versiyonuna sarılarak lezzetine bayılarak isminden pek de vicdan azabını çekmedim doğrusu. Şekeri de var, kaşarsız. Mevlana. Bildiğimiz akide şekeri. (Biz Mevlit şekeri anlamında, ev ve cami mevlitlerinde dağıtıldığından dolayı “mevludska bombona” deriz). Burada akidemiz, inancımız, irfanımız üzerinde de durabiliriz. Bu da başlı başına bir konu. Onu nasıl yiyip bitiriyoruz. İsimlerle. Şimdi algılarımıza döneyim.
Türkiye’de herhangi bir ilçede bunu görmek mümkün: Lokantalar, yemek çeşitleri, kafeler, farklı farklı hizmet sunan işyerleri Türk-İslam tarihinin önemli isimleriyle müsemma olmuş. Bu isimler, markalar müşteri tarafından ilk fark edilen, müşteriyi çeken unsurlar. Canlı bir piyasada başarılı olmak için belki büyük bir isim lazım. Hani, arkamda “o” var. Eh, biri kendi şirketini, holdingini kurarken kendi ismini/soy ismini kullandığında anlıyorum: Koç, Albayrak, Toprak, Sabancı… Hemen biliyoruz, bunun arkasında bu isim, bu firma, bu firmanın geçmişi ve başarısı duruyor. Hasan’ın, Reis’in, Temel’in Yeri gibi isimlerin modası epey geçti. Gözümüzde galiba küçük görünüyor. Neden? Madem yer Temel’in veya Fatoş Teyze’nin Yeri ise, olsun, iyi bir hizmet veriyorsa, müşterisinin taleplerini tatmin ediyorsa, bu isimler isim yapmaz mı? Hayır, iş kuranlar sanki büyük isimlerin arkasında saklanarak, bu piyasa yarışında kendilerine biraz öncelik, biraz ayrıcalık tanımak istiyorlar. Madem Koç, Sabancı, Albayrak, Toprak veya Versace, Dolce Gabbana, Armani değilim, bu işyerinin arkasında avamdan herhangi bir Mehmet amca duruyor, bir üstünlük kazanayım diye iş yerimi Yunus Emre ile isimlendireyim. Bunun arkasında Yunus Emre, Somuncu Baba veya Aziz Mahmut Hüdai varmış gibi göstereyim.
Güzelce büyük zatların isimlerini de tüketici zihniyeti çerçevesinde harcamaya başladık. (Neden birinci çoğulda yazıyorum diye sorarsanız, her ne kadar yabancı olsam, kendimi de bu kültürün, bu medeniyetin bir parçası görüyorum; canımı acıtan her şeyi tartışmaya önemli buluyorum). Olsun, Yunus’u seviyoruz, Mevlana’yı seviyoruz, fakat isimleriyle müsemma bir yerin, bir şeyin özünde de kimliklerinin, öğretilerinin, fikirlerinin, derinliklerinin tesiri olmamalı mıydı? Kırk yıl odun taşıyarak, sakalık yaparak hizmet etmeden Yunus mu olunur? Mesleğin çorbacılık da olsa, hocalık da olsa, ne olursa olsun, ölçü bir. Sosyal medyada paylaşılan videolarda; düğün, sünnet gibi törenlerde çıplak çengilerin yerine tennure giymiş semazen(miş)leri görüyorum. Düğün sahiplerinin muhafazakâr, dindar olduklarını belirtecek bir unsurmuş. Tennureler artık beyaz değil, ya da rengârenk led lambalarıyla süslenmiş olmasından bana gökkuşağı gibi gözüküyor. Semayı döndüre döndüre Mevlevi ayinini dönere çevirmişiz! Hani, tasavvuf şiirinde kaç yerde “ciğerim yanık”, “ciğerim kebap” gibi, “ateşe yanmak” gibi tasvirler var… Şimdi bunların derin manasını, pişmek fiilinin derin manasını anlatmaya kalkışsak, işin içinden nasıl çıkacağımızı da bilemiyoruz. Anlatmak kolay aslında, bir de yaşamak var! Manayı, aşkı, irfanı yaşamak. İçinden yansıtmak. Tennure üzerindeki led lambalarıyla değil, her bir nefesle, her bir hareketle. Kimseyi yadırgamadan. Kimsenin hakkına girmeden. Sırf kendi yağında kavurarak, nefsiyle mücadele ederek, niteliğe ve niceliğine bakılmaksızın yaratılmış ne varsa ona hoşgörüyle, iyilikle yaklaşarak hizmetinde bulunmak. Kendini herkesten ve her şeyden küçük görerek. Bu da zatların pazarlamasıyla olur mu? Ben bilmiyorum, denemedim, denemek istemedim, istemiyorum da.
Bir de bazı sosyete mevlitlerinden görüntüleri izledim. Allah’ım, yaldızlı altın işlemeli abiyede hoca hanım evin içindeki sahneye çıkıp performansa başlıyor… Ağzından çıkan Mevlit sözleri, fakat el kol hareketleri seksenlerin arabesk sanatçılarını aratmıyor. Her an göbek atacak gibime geliyor, tam Salavat’ı çekerken, bir anda “Salla” hecesine kadar gelip bir “Yalla” eklemesini, bir hamleyle örtü ve abiyedeki “fazlalıklardan” kurtulup dansa başlamasını bekledim! Hani Bursa’nın büyük zatı Süleyman Çelebi, hani en sevilen, hani O’nun mübarek doğumu… Gösterişin öteki yüzü görgüsüzlük. Görmemişlik. Canımı acıtıyor, benim değerlerimle oynuyor çünkü. Alay ediyor. İstemeden. Bütün bunları bir çiğneyip yutmak kaldı. Özür dilerim, kalsın, perhizdeyim.
Demek, işin en kolayı bütün bunları yüzeysel algılayıp tüketici mantığı çerçevesinde piyasaya sunmak. Millet seviyor, sahip çıkıyor, neden sevdiğini, ne sevdiğini bilmese, anlamasa bile, piyasa talebine zamanında cevap vermek. Para kazanmak. Güzel. İnsan ailesinin rızkını sağlayacak, etraftaki insanlara, ihtiyacı olanlara yardım edecek. Kendi yerinden, kendi imkânlarından ama. Mevlana’nın, Yunus’un, Somuncu Baba’nın arkasına gizlenip, malını satmak. Para karşılığında. Geçim derdi az değil ya. Fakat bunların mallarının pahası biçilmez, en seçilmiş mal olduğunu hiç göz ardı etmemek lazım. Kanunen bu isimler tescilli marka olmamasına rağmen, bayilikleri dünyada bir yerde ödenmiyorsa da, satılık olmasa da, biraz dikkatli olmak lazım. İsimlerinin getirdiği sorumluluk karşılığında bir gün hesaplar ödenecek. Ne yazık ki bir banka kredisiyle, mirasla, karımızın altınlarıyla bu ödemeyi kapatmak mümkün olmayacak. Pahalıya patlar, ona göre.
Bana bu yazıyı yazdıranın ne olduğunu merak ediyorsanız, anlatayım. Evvelsi gün eşimle Türkiye’nin bir ilçesindeki bir caddeden geçiyoruz. Eşim bir yerde “Yunus Emre Elektrik” tabelasını görünce, “Hadi ya, çok oluyorsunuz” demeden edemedi. Yunus Emre’nin dünyayı, insanı aydınlatmasını, kendisinin bir ışık kaynağı, yüzyıllar boyunca sönmeden topluma ışık saçan bir mum olmasıyla ilişkilendirmek istedim. Doğrusu, eşimin yanında bir bahane uydurmak istedim, utandım çünkü.
Fakat Yunusça ışık elbiselerimize, evlerimize, bahçelerimize takacağımız rengârenk led lambalarıyla saçılmaz, içimizde olan, seyr-i sülûkta elde edilen beyaz, yeşil, kırmızı, kara ışıklarla saçılır. Veya en azından bu ışıklarla aydınlanmış yollardan giderek Yunus Emre enerjisinden istifade edilir… Biliyorsunuz, sadece bir hatırlatayım dedim. Ne olur, ne olmaz. Ne olursunuz, bu enerjiyi boşuna tüketmeyin.