Bosna’da özellikle yaşlılar arasında kullanılan, Osmanlıca aracılığıyla dilimize geçmiş bir kelime. Fursat olarak telaffuz edilir. Tabi, siz de fırsatınızı tanıdınız. Yani fursat bu fırsat. Fakat dilimizde anlamı biraz farklı. Biri asi olmuşsa, haddini aşmaya başlamışsa, “uhvatio fursata” (fırsatını yakalamış) derler. Hatta isimden fiil yapma önek ve sonek eklenir, fiilen fiil kullanılır. Eylem yani. Fursatiti, usfursatiti se. Haddini aşıp durmak, haddini aşmaya başlamak demek. Yani her fırsat fursat değil. Bugünkü Türkiye Türkçesinde fırsat kelimesinden türetilmiş diğer kelimeler kullanılmıyor Bosnaca’da. Fursat ve mevcut anlamı bize yetti. Fırsatçılık yok demem, vardır. Yani dil dışı gerçek olarak var. Kelime karşılığı da var, fakat fırsat kelimesiyle alakalı değil. Fırsat bilenler, fırsat yoksulları da var. Bunlar da azarlar, bunlar da haddini aşarlar. Amma illa ki fursatiti/uzfursatiti fiilin öznesi oportünist, fırsat bilen veya fırsat yoksulu değil. İkisi bir araya gelirse müthiş ikili. Pizza ile kola gibi. Kilo aldırıyor yani. Somut kilo, yağ, soyut yük aldırıyor. Fenada sağlığa, bekada ruh sağlığına zararlı. Geçici olarak yararlı görünse de zararı faydasından büyük.
Dilinin altından şu baklayı çıkart da anlatacağını anlat, gideyim dersiniz. Fırsatınızla ve fursat’ımızla bir şeyi anlatmaya çalıştım. Osmanlı şair ve yazarlarının rumuzatlarının ellerine su dökmez benim yazdıklarım. Ben açık konuşuyorum. Bizde fırsat anlamında prilika kelimesi kullanılıyor. “Prilika pravi lopova”, “Hırsızı hırsız yapan fırsattır” derler. Maazallah, hırsızlık bizde olmaz dersiniz, biz Müslümanız, müminiz, beş vakit-sakal-tesettür-oruç-hac-zekâtımız var dersiniz. Biz de. Ama hırsızlıklarımızı yakalıyorum. Mesela biri birinin sosyal medyada durumunu kopya ediyor, nerden kimden aldığını göstermiyor. Sonra, öğrenciler internetten buldukları makalelerden kopya çekip kaynağını göstermeden seminer çalışması olarak teslim ediyor. Hoca her bir çalışmanın kopya olup olmamasını kontrol edemez diye düşünüyorlar. Mezun olduktan sonra, akademiye girdiklerinde yabancı bir yazarın belirli bir konudaki makalesini tercüme edip güzelce teslim ediyorlar. Gel zaman git zaman, kadro için kitap lazım olunca, kopya imkânı varken neden ben yorulayım derler. Fırsat bu fırsat. İnternet nimeti varken, neden istifade etmeyeyim. Millet yemek parasını, araba parasını, yakıt parasını şakır şakır harcar, fakat kitaba gelince aniden cebine bir akrep girmişçesine korsanını alıyor. Hani burada yazarın hakkı, editörün hakkı, mizanpaj yapanın hakkı, tasarımcının hakkı, yayıncının hakkı? Kitabın korsanı biraz daha ucuz diye bu haklara giriliyor. Filmler, torrentler, korsan CD’ler, DVD’ler… Yapımcı, aktör, yönetmen, şarkıcı, müzisyenlerin hakkı var mı? Hani bu eserin sahibi var, haklar kimin üstünde, kimin hakkına giriyoruz diye kendimizi sorguluyor muyuz. Eser sahibi bir eseri serbest bırakmadığı, ücretsiz vermediği sürece biz bunları okurken, dinlerken, izlerken onun hakkına giriyoruz.
İlim ücretsiz değil. En azından ilimle uğraşırken, herhangi bir sanat dalında çalışırken, başka bir üretimle, somut bir şey yapmaya vakit bulamıyorsun. Yani aynı anda elbise dikmek ve kimya deneyleri yapmak mümkün değil. Keza börek yufkasını açarken siyakatla yazılmış bir tahrir defterini okumak mümkün değil. Bir elinde süpürge, ötekisinde temizlik beziyle şiir tercüme etmek mümkün değil. Denedim, yürümedi. Yani bir ev hanımı olarak denedim, olmadı. Hele de temizlikle ekmeğini kazanan, gün boyunca bu işi yapanın hobi olarak böyle soyut, bilgi ve yetenek isteyen işleriyle uğraştığını görmedim. İnanmayan bir denesin. Başarırsa bana da haber versin. Yani, bilim ve sanatın hobi olmadığını bir türlü anlamak istemiyoruz. Sanat ürününü, fikir ürününü, bilim ürününü bedava almak bizim Müslüman toplumlarına doğal geliyor. Yani, biz kendi kendimize helal olduğuna dair fetva verdik. Almanya ise Hristiyan bir ülke. Fakat orada içki içen, hınzır etiyle beslenen, namazın niyazın, sünnet sakalın, orucun ne olduğunu bilmeyen gayrimüslimler bu fikir ve sanat ürünleri üstündeki haklara dikkat ediyorlar. İzinsiz bir şey kullandın mı cezayı keserler. Polis arabanızı durdurduğunda korsan CD buldu mu, ceza yersiniz. Televizyon başına dikilip bedava zannettiğimiz dizileri izliyoruz. Ondan sonra şuuraltına giren mesajlarla yatarak, sabah uyandığımızda reklam arasında gördüklerimizin peşine takılıyor, alışverişe gidip onu satın alıyoruz. Paramızla. Çünkü çoraptan paltoya kadar, ekmekten havyar ve karideslere kadar her şey para ile satılıyor. Sadece fikir eserini üretmiş, sanat eserini bırakmış biri eserinin beğenilmesiyle yetinecek. Miş. Ürünü soyut. Biz Müslüman, mümin, muhsiniz diye.
Bu korsanlık başka bir tepki yaratmış. Üniversitelerde hocalar kendi ders kitaplarını öğrencilerine satıyor. İmzalıyorlar, öğrenci sınava girdi mi orijinal imzalı kitabını gösterecek. O zaman sınava girme hakkı varmış. Uygulama kitapları aynı şekilde. Madem gönüllü olarak kitabın parasını vermek istemiyorsunuz, korsanını alacağınıza ben kendi cebime para indireyim. Yani, kendi kendimden kopya çekerim, korsan kitap yaparım, öğrencime satarım diyor. Bu zamanımızın haracı veya haramiliği değilse nedir bilmem. Bazılarına, duyduğum kadarıyla, öğrencinin imzalı kitabı göstermesi yetiyor. Sınavı kazandıran öğrendiği bilgiler değil, ders kitabının üstündeki hocanın imzası. Sınava giren öğrencinin adına imzalanmış kitaplarda. Yani imzalı kitabı sınıf arkadaşından alıp kullanmak mümkün değil. Bir önceki neslin imzalı kitaplarından istifade etmek de mümkün değil. Ne kadar sokağa düştük! Bilim hani, emek hani? Öğrencilerin fırsatı kopya çekmek, ders çalışmamak, hocaların fırsatı ise kitaplarını öğrencilerine satmak. Hele de fen bilimlerinde, mühendisliklerde, sağlık bölümlerinde. Ders çok, sınavlar, ara sınavlar, seminerler de maşallah. Damlaya damlaya göl olur. Fakat damla beynimize bir gol atarsa ayvayı yedik. Ne ayvası be, ayvalığı yedik. Tostsuz. Sosyal bilimlerinde ise kendi ilim ürünlerini dava kabul etmiş hocaları biliyorum. Kitaplarını, makalelerini talebelerinin ellerine tutuşturuyorlar. Hani emeğimin ürünü talebeye bulaşsın diye. Yeter ki gençler okusun. Bir beğeni, bir dua olursa ne ala. Bedava alınan kitabın, makalenin değeri bilinir mi? Talebe ise, madem bedava aldım, bu işin içinde bir şey var, beş para etmez diye kitabı açmadan kenara atıyor. İşte bu fursat. Fırsat ile fursat arasında orta yolu bulmak zor.
Madem bu soyut şeyleri çalmaya, karşılıksız almaya, değer vermemeye alıştık, somut olanlara karşı nasıl davranıyoruz. Kasaba gittiğimizde etin parasını mutlaka veririz. Fırında da ekmeğin parasını. Bunların da internetten ücretsiz indirme imkânı olsa ne yapardık? Yani, fırsatımız olmadığı için para ile satın alıyoruz. Arabalarımızı da, yakıtlarımızı da. Makam arabası olanlar hariç. Peki, fırsatımız olursa, üretim zincirinde herkesin hakkını vermeden, araç veya yakıt parasını vermeden alır mıydık? Ev, eşya, giysi, altın, gümüş falan? Fırsatımız olsa yani? Tabii ki her devletin kanunu bu durumları öngörmüş, tanımlamış. Hırsızlığın, yolsuzluğun cezası var. Zaman birimiyle ve hapis kavramlarıyla alakalı. Devlete vergi vermekten de hoşlanmıyoruz. Fiş vermeyenler de pek fişlenmez. Soyut olanlar askıda kalmış bizde. Müslümanız çünkü. Kardeşiz. Abi, bu bizden. Ve devletlerimizden, yönetimlerimizden, sefalet içinde kıvranmamızdan şikâyet edip duruyoruz. İlerleyemiyoruz. Nereye bakarsanız bakın, İslam dünyasında bu işler üç aşağı beş yukarı aynı. Peki, bu fikir ve sanat ürünleri üstündeki haklara sahip çıkan gayrimüslim topluluklar nasıl ilerliyor? Yok be, onlar öbür dünyada cezalarını çekecekler… Git çekil sen mi bileceksin kim neyin cezasını çeker. Kimin Müslüman kimin de gayrimüslim olduğuna sen mi karar vereceksin; seni kim tayin etti bu işe?
Talebelerin eserleri istinsah ederken ders çalıştıkları, hocaların, müdavimlerin, talebelerin de belirli bir ücret karşılığında görevini icra ettikleri döneme hasret çekiyorum… Hocaların talebeleriyle samimiyetle ilgilendikleri, var gücüyle bildiklerini aktarmaya çalıştıkları dönemi hasretle hatırlıyorum… İşte o zamanlarda, yanılmıyorsam, hırsızlığa fırsat bulunmuyordu. Şuur vardı çünkü. Vicdan. Her tarafta gözlerin önünde terazi. Mahşerin terazisi. Fırsat varken “fursatımızı yakalamayalım” diyorum. Çünkü üstümüze yapışan bu kilolar, vicdanımızın sırtına yapışan yükler o kadar ağır ki altından kalkamayız.