Bizde herkes bir şeyden şikâyet ediyor. Birkaç şeyden. Birçok şeyden. Özellikle aydınlar. Doktor, mühendis takımı. Esnaf da şikâyet ediyor. İşadamları da. Siyasetten, küresel ısınmadan, kültüre az para yatırılmasından, maaşların düşüklüğünden, zamlardan, kitap satılmamasından, kitap okunmamasından…
Öğretmenler yeni neslin terbiyesizliğinden, öğrenciler ise öğretmenlerinin katı olmalarından, öğrencilerini sevmediklerinden, verdikleri düşük notlardan şikâyet ediyor. Ebeveynler çocuklarından, çocuklar ebeveynlerinden. Kadınlar kocalarından, adamlar karılarından şikâyetçi. Hele de akademide, sormayın. Asistanlar doçentlerden, doçentler profesörlerden, profesörler hem öğrenci, hem asistan, hem de doçentlerinden, dekandan, rektörden, bonus olarak da öğrenci işleri sekreterlik çalışanlarından. Bitmedi: Yayıncılardan, tasarımcılarından, mizanpaj ve editörlük yapanlardan, teliflerin düşüklüğünden, tirajın azlığından, reklamcılardan, kitapçılardan, korsancılardan, kitap satın almayan olası okuyuculardan. Liste bitmedi… Evet, asistan ve doçentler dergilerdeki hakemlerden şikâyet ediyorlar. Hakem olanlar da yeni neslin bilimsel metin yazamamasından, kopyalardan, orta neslin dikkatsizliğinden şikâyet ediyor. Sormayın. Bitmedi daha. Devlet üniversitesinde çalışanlar özel üniversitelerdeki eğitim seviyesinden, özel üniversitelerdekiler devlet üniversitesinde görevli havalı hocalardan, Sarayevo’dakiler Tuzla’dakilerden, Tuzla’dakiler Saraybosna, Zenica ve Mostar’dakilerden, Mostar’dakiler “Yavaş, bu Saraylılar gökyüzünden göndermişçesine kendilerini bir şey zannederler, Tuzla ise kapalı bir ortam, başkalarına bakmazlar, Zenica’da üniversiteyi kurmuşlar fakat taşra mı taşra.” diye söyleniyorlar. Banya Luka, Foça, Şiroki de araya girerse, fena mı fena. Bir bölüm çalışanları başka bir bölüm çalışanlarından şikâyet ederler. İlimlerinden öğretim şekline. Giyinme tarzına kadar gidiyorlar, az değil. Aynı üniversitenin farklı bir kurumundan da şikâyet ederler hep birlikte. Karşılıklı. Bunlar bunak, hep mezarlık adayları. Yok, bunlar ham, bir şey bilmezler, fakat titrlerinden titrememizi bekliyorlar. Bunlar çok katı, tutucu, zamanları geçmiş. Bunlar modern bilim anlayışından anlamazlar. Bunlar bizim yaptıklarımızdan faydalanır, yorum olarak meta-dilden birkaç kelime ekleyip milleti yeni bir şey keşfettiklerine inandırmak istiyorlar. Sonu var mı? Olmaz ya… Sendika olarak devletten de şikâyet ediyorlar, maaşlar düşükmüş. Belediyede çalışan bir memur üniversite hocası kadar maaş alıyormuş. Belediye çalışanları ise bu hocalar derslerini yapar, kitaplarını yazar, sınavları da arada bir, bir de sempozyumlar derken dünyayı gezmişler derler. Hem de zavallı öğrencileri canlarından bezdirmişler, bu başka.
Didarlar laiklerden, dinciler sekülerlerden, Müslümanlar Hristiyanlardan, Hristiyanlar Müslümanlardan, ikisi birden Yahudilerden, hepsi de inançsızlardan şikâyet ediyor. Kendi başarısızlıkları, kendi kusurları için suçlu olarak ötekini gösteriyor. Ve gerçekten buna inanıyor.
Adliyede durum aynı: Savcılar hâkimlerden, avukatlardan şikâyetçi. Avukatlar savcı ve hâkimlerden. Hâkimler avukat ve savcılardan şikâyetlerini ifade ediyorlar. Hepsi de gelirin düşük olduğundan. Yargılananlar hepsinden. Özellikle savcı ve hâkimin acımasızlığından. Mağdurlar cezanın düşük olmasından. Cezalılar cezanın yüksek olmasından. Haksızlıklardan. La Haye Savaş Suçları Mahkemesinden. Hırvat yargılanınca, bu siyasi mahkeme, haksızlık, masum olanları yargılamışlar diye yalvarıp yakınıyorlar. Sırp yargılanınca, biz sadece milletimizi savunduk, milletimizi savunduğumuz için bu adaletsiz dünya bizi yargılanıyor. Boşnaklar: Evet yargılanmışlar, ama yeteri kadar değil. Bu siyaset. Hani soykırım, hani kültürkırım, hani tecavüzler, hani Sırbistan, Hırvatistan’ın da bu savaş zulümlerinin içinde rolü belirtilmemiş, bu zulümler için kimse yargılanmamış? Boşnak yargılanınca: Bizim yaptığımız zulümler de var, fakat niteliğine bakılırsa, ötekilerin yaptıklarının yüzde beşi bile değil. Yavrum, zulüm zulümdür, bir veya bin masum kişiyi öldürmek aynı. Yok, kabahat “öteki”nde.
La Haye Mahkemesi’nin büyük finali tamamlandı. Katolisizmle övünen yargılanmış savaş zalimi, general ve film yönetmeni zehir içti. Boşnaklar hemen fıkra üretmeye kalkıştı: “Mezar taşında ‘Zalim elinden düştü’ diye yazılsın.” Veya, “Mostar Köprüsü gibi yıkılıverdi”. Masumum deyip zehir içmiş. Hristiyanlık, Katolsizm, Hırvatlar uğruna savaşan birinin sonu böyle oldu. Katolik mezhebine göre intihar affedilmez bir suç. Kiliseden çıkarılıyor. Cenaze merasiminde papaz bulunmaz. Hatta Katolik mezarlığına defnedemezler. Bu sefer ne olacağı belli değil. Belki yeni bir fetva çıkarırlar, bilmem.
Geçen gün çok başarılı bir tanıdık da intihar etti. Ailesi, çocukları, işyeri, ödülleri, evi, şöhreti, maddi durumu, her şeyi yerli yerindeydi. Fakat her zaman hep şikâyetçi, memnuniyetsiz. Üzüldüm. Genç, iyi ve başarılı bir kültür adamın gitmesine. Hepimizin her şeyden, gerekli gereksiz şikâyetçi oluşumuza.
Yeter artık! Şükreden kalmadı mı? Zorluklarla karşı karşıya geldiğinde imtihanda olduğunu kabul eden, bu imtihanı başarıyla geçmeye azmeden kalmadı mı? Meslektaşlarından, arkadaşlarından, aile fertlerinden, kısmetinden şikâyet etmeyen yani? Şikâyet etmesen, sanki düşünme kabiliyetin yerlerde sürünürmüş. Şikâyet etmek prestijli bir şeymiş. Yani aydın olduğunun, düşünür olduğunun göstergesi. Şikâyet etmesen, sana biraz aptal gözüyle bakarlar, doğru. Resmen adın ahmak, geri zekâlı, hatta moron veya idiota çıkar. O kadar. Hadi ben de biraz entel görüneyim, şöyle akıllıymışım gibi bir tavırla, gözlüklerimden süzülerek bir pozla, bir şeyden şikâyet edeyim: Kendimden ve şikâyetten şikâyet ediyorum. Bana yapılan her türlü haksızlığın, zulmün asıl suçlusu benim. Bir de şikâyetler. Şikâyetlerin olduğu yerden memnuniyet, mutluluk, bereket kaybolur. Şükür.
Fabrika ayarlarını verene bin bir şükür. Lütfuyla insanları fabrika ayarlarına döndürene bin bir kere şükür.