Bir elbise olarak dünyaya gelmiş olsaydım, gelinlik olmak istemezdim. Hayatta tek bir kere giyinmek üzere dikilip kenara atılır gelinlik. Gelinin mutluluğu ne kadar büyük olursa olsun yine de gelinlik olmak istemezdim. Abiye de olmak istemezdim, çünkü yılda bir kere ya giyilir ya giyilmez, bir sonraki fırsata kadar dolapta bekler. Peki ya bu dünyada ayakkabılık vazifesi bana verilmiş olsaydı, kesinlikle yüksek topuklu balo ayakkabısı olmazdım. Çünkü mutsuz bir şekilde dolapta yıpranırdım. Ayakkabı olsaydım, ya spor ayakkabı ya ev pabucu ya da mest olmayı tercih ederdim. Görgüsüzlüğe de katlanarak, rahat ve kullanışlı olmayı yani.
Madem bir insan olarak buraya geldim (kendim gelmedim, gönderildim, kimse dünyaya gelir misin diye sormadı), kısmet-tercih-yetenek bir araya gelince, başka bir işe yaramadığımı anlayıp elime kalem kitap tutturduklarında, ben de böyle bir yazarımsı akademisyen oluverdim. Medyada, özellikle televizyonlarda görünmeyi pek sevmem. Tasavvuf edebiyatıyla ilgilendiğim için, beni sadece Ramazanlarda TV kanallarına davet ediyorlar. Her Ramazan arıyorlar, çoğu zaman kırmam, gider konuşurum. Her Ramazan aynı sorular, ben de aynı cevapları vermeye başlarım. “Ramazan günlerinizi nasıl karşılıyorsunuz?” vazgeçilmez sorulardan biri olmuş. Az kalsın ben bu sefer şöyle konuşacaktım: “Alıştık işte, onu tutmaya başlayalı 45 sene oldu, her sene bir 29 veya 30 gün bizde kalmak üzere geliyor, şaşırmıyoruz artık. Yani, evimize geldiğinde yabancı değil, hane ehli bizde Ramazan: İftar-kahve-namaz-teravih-kahve/çay derken sahur gelmiş, sabah namazı, vaktin olursa git yat-işe git-öğleni kıl, mukabeleyi cami avlusundan beş dakika olsa bari dinle de pazara, kasaba, markete koş, alışverişini yap, ocağı fırını tencereleri tepsileri çalıştır, onlar vazifesini yaparken sen ikindiyi kıl, salatayı hazırla (eşin tabak çatal kaşık dizer bu arada), misafirleri ağırla orucunu aç, iftar yap, bulaşıkları makineye diz, yemek artıklarını dolaba sakla, kahveni iç, namazını kıl teravih sonrası bir şey yazıver, sahur ve…”
Her gün canlı yayın, acemilere tekrar gibi görünür. Ramazan beni, ben de Ramazan’ı biliyorum. Kaynaştık artık bunca yıl içinde. Fakat Ramazanlara yenilikleri, farklı kültür unsurlarını getirmekten yana değilim. Bunun altında sokak/açık hava iftarlarını, iftar konvoylarını kastediyorum. Kültürümüz göçebe kültürü değil, bedevi değil, dolayısıyla açık hava, çarşı-sokak iftarlarını bir türlü kendime yediremiyorum, hazmedemiyorum, kabul edemiyorum. Bir de iftardan sonra namaz kılınacak, abdest sorunundan dolayı restoranlara da gitmem. Gitsem de kesin Murphy Kanunları gereği, restoranın misafirleri arasında lavabo sırasına en son giren ben olurdum. Sıram bir türlü gelmez, gelse de sahura doğru gelir. Yok, iftar evde açılır, ya misafirler ağırlanır ya misafirliğe gidilir, evlerde her ölümsüzlüğü giderecek her türlü imkân!
Şaka bir yana, Osmanlı döneminde imaretlerden günlük erzakları sağlayanların bile sokaklarda yemek yemediklerini biliyoruz. İmaretler de imaret duvarıyla çevrili olup ihtiyacı olanları yabancı gözlerden koruyorlardı. Varlık da yokluk da mahrem. Özellikle yokluk, fakr, sefalet -nasıl deseniz deyin- mahrem kalınca, daha az can acıtıcı olur. Bu nev-icat iftar konvoylarını bu yüzden kabul edemiyorum. Bir de tüketilen erzak miktarları, harcanan para söz konusu olunca, düzenleyenlerin de dışarda kalanların da günahlarına kapılar açılıyor. Birileri bu günah kapısından yolsuzlukla, diğerleri yolsuzluk şüphesiyle girebilirler. Ramazandır, şeytan kilitli. Nefs denen vekili görev başında. Kendisini patronuna ispatlarcasına gücünü gösteriyor. Bireysel, toplumsal ve küresel düzeyde. Müslüman toplum ve topluluklara mahsus olmak kaydıyla.
Bu tek kullanımlık gelinliğe veya abiyeye geri döneyim. Ve TV kanallarının davetlerine. Olağanüstü hal varmışçasına Ramazan programlarına ısrarla davet ediyorlar. Madem Osmanlı dönemi edebiyatıyla, yani tasavvuf edebiyatıyla ilgileniyorum, tasavvufu da edebiyatını da diğer mübarek 11 ayda konuşmak gerekmiyormuş. İslam medeniyetinden filizlenmiş kültür unsurlarını diğer günlerde konuşmak ve yaşamak gerekmiyormuş. (Yalan söylemiş olmayayım, Türkiye’de karışıklık varsa o zaman da arıyorlar; yani “olağanüstü” hallerde) Hâlbuki ben yıl boyunca görevimi yerine getiriyorum, yazıyorum, kitaplar çıkıyor. Kitap tanıtımları oluyor, hiçbir kanaldan ne kültür-edebiyat programından ne de haberlerden biri arıyor. Olsa olsa üç kitap tanıtım haberine son haber bülteninde iki dakika yer veriyorlar. Hava durumundan önce. Öncelikler sıralanmış. Eser, tanıtıcı, yazar, editör isimlerini ve soy isimlerini karıştırıyorlar, ah keşke hiç haber yapmasaydı dersiniz. Ramazan gelince: Hoca hanım sizi stüdyomuzda görmeyeli çok oldu, geçen Ramazan’dan beri neler yapmışsınız sorusuyla karşı karşıya geliyorsunuz. Mademki soruyor, cevap vereyim bari.
Öyle bir meslek seçtim ki yılda bir kullanışlıyım. Ramazan’da. Olsun. Kibirli olmayacağım, kendimi fasulye gibi nimetten saymam ki. Sınırlı süre içinde uğraş alanımdan bir şeyler anlatmaya kalkarsam, komşular yanımdan geçerken garip garip yüzüme bakarak selam veriyorlar, “Evvelsi akşam seni izledik, güzeldin, makyajın çok yakışmış, fakat anlattıklarını anlamadık…” derler. Ben de on beş dakika boyunca stüdyoda, sunucunun kirpik onayı eşliğinde bir kavram, beyit, bir mesaj üzerine kendi kendimle tartışıp duruyorum. Peki, yılda bir kere basamağı indireyim desem, kendimi pop-akademizme indirgemiş olur, utançtan sırf ilgilendiğim şair ve mutasavvıf yazarların yüzüne değil, aynada kendi yüzüme bakamaz olurdum.
Dolayısıyla, bu sene herhangi bir Ramazan programında konuk olmayı kabul etmedim. Program dolduracak birine ihtiyaçları varsa, kolaylıkla bulurlar. Yaptıklarımı gerçekten merak ediyorlarsa beni her zaman nerde bulacaklarını biliyorlar. Kirpik onayı yetersiz oldu, sanki onun arkasında: “Bunun anlattıklarını anlıyorsam Arap olayım” altyazısını okuyormuşum gibi. Yılda bir bile olsa, bana bu Ramazan olağanüstü hal değil. Alıştığım, kıskançlıkla kendime olduğu gibi koruduğum, zerre kadar taviz vermediğim, bağımlı olduğum mutluluk ayı vesselam. Diğer 11 mübarek aydan tek fark o. Yoksa ben aynıyım.
Ramazan mutlulukları gönüllerinizi, gözlerinizi, ruhlarınızı, zihinlerinizi zenginleştirsin.