Son günlerde gündemde olan Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin ret kararını, kabahatin kimde olduğunu yazmamak için var gayretimi sarf ediyorum. Boşnaklar arasında muhalefet iktidardakileri suçluyor, Hırvat tarafı oralı olmuyor, Sırplar sevinçten yüzüne kına çalıyor. Yeni bir şey mi yoksa? Uluslararası kurum ve kuruluşlar ellerini yıkamış, tam olayların cereyan ettiği günlerde yaptıkları gibi. O zaman silah ambargosu, uçuş yasağı söz konusuydu, bugün Başkanlık üyeleri arasında dava konusunda uzlaşmanın olmaması, devlet temsilcisinin yetkilerinin kaldırılması… Arpa ekmeği her zaman var. Sağlıklı beslenme uğruna. Suriye konusunda farklı bir bahane, Irak konusunda farklı; diğer Arap ülkeleri de kısık ateşte lapalaşıyor. Biz de bu konuları dilimizden düşürmek bilmiyoruz, artık eğlence olmuş. Hava durumu, futbol, yemek tarifleri, magazin haberleri sohbetlerinden usandık. Bu zulümleri konuştuğumuzda, mağdurlara, sefillere yardımı konuştuğumuzda kendilerimizi dev aynasında görmüş oluyoruz. Empatimiz varmış falan. Stratejiden anlıyormuşuz, dünya siyasetini takip ediyormuşuz, aydınmışız…
Hep sonuçları konuşup duruyoruz, sebeplere pek dikkat etmeden sonuçları yorumluyoruz. Dış sebeplere değil, iç sebeplere bakmıyoruz. Bakamıyoruz. Tarihe de bakamıyoruz. Tarih içinde, uzun vadede zalimin her zaman yenilgiye uğradığını görmek istemiyoruz. Nebiler kıssasına inancımız nerde? Ad ve Semud, Lut Peygamberin kavmi, Nuh Peygamberin kavmi, Fil kavmi… Fenada ve bekada zulmeden, inkâr eden ceza görür, görecek, vesselam. O’nun adil olduğunu unuttuk mu yoksa? Acaba, öteki bize saldırmadan, kendimize mi zulmettik? Kul hakkına mı girdik? Eğitimi, bilimi terk edip zevk ü sefaya mı daldık? Topraklarımızı, tarlalarımızı terk mi ettik ki başkası onlara sahip çıkıyor? Camileri boş mu bıraktık da öteki gelip onları yıktı? Kaç kuşak ecdadımızın mezarını biliyoruz, ziyaret ediyoruz ki öteki gelip mezarlıklarımızı yerle bir ediyor? Evlerimizde dostun, yoksulun, yetimin yeri var mıydı ki ötekinin gelip evimizi yıkışına kızmaya hakkımız olsun? Müzelere ne kadar gittik ki yağmalanmalarına şikâyet hakkımız olsun? Kitapları mı okuduk, kitaplara göre mi yaşıyorduk, bilgi ve bilime saygı mı gösteriyorduk ki kütüphanelerimizin yakılmalarına şikâyet edelim?
“Şimdi kabahat mağdurlarda mı sence, yüzsüz kadın!” diyeceksiniz. Yavaş, sabredin biraz, açıklayayım. Kabahati zalimde aramak kolay, ama zulmü için kendisi sorumlu olacak. Mazlum ise mazlum durumuna düştüğünden sorumlu. Saflığından da. Cehaletinden de. Allah boşuna okumayı, bilimle uğraşmayı emretmedi. Peygamberimiz de boşuna sporla uğraşmayı, çocuklara yüzücülük, binicilik öğretmeyi tavsiye etmedi. Her kulun en çok kendisiyle uğraşmasını boşuna emretmedi. İbadetler yanında spor yapan, tefekkür eyleyen, okuyan, bilimle uğraşan kişi, karşısındakinin dinini imanını ölçmeye vakit bulamaz. Başörtü bağlama tarzını, sakal şeklini, pantolon uzunluğunu, eteğin modelini, mezhebini… Kendisiyle uğraşan kişi milleti AVM’de indirim reyonuna, fırsat çadırına çağırmışçasına kendi cemaatine çağırmaz; ne tehditle, ne de maklubeyle kandırarak. Kendisiyle uğraşan kişi kendi davranışlarıyla, tavrıyla, bilgisiyle, sanatıyla, insanlığıyla sessiz bir şekilde hakikate davet eder. Okumuş, hayat tecrübesini edinmiş, kendisiyle uğraşan kişi saf olmaz. Fırsat bulup da insanlar arasında kavga çıkartmak isteyenlerin hilelerini yutmaz. Taraftarların alkış temposuna göre horoz dövüşüne katlanmaz. Orada kazanan, biletlerden de, iddialardan da, horoz yeminden de, seyircilerin yiyip içtiklerinden de para kazanır. Onun için fırsat bu fırsat. O da kendi hesabını verecek, eminim. Din veya kin adamlarının millet içinde gösterdikleri, gözyaşlarıyla ıslanmış cezbemsi-kerametimsi sahne performanslarını yutmaz. Ergen bir kız bile âşık olduğu biri için ağlayacaksa, kimsenin göremeyeceği tenha bir köşeye çekilip ağlar. Olsa olsa en samimi arkadaşının, ablasının omuzuna yaslanıp ağlar. İzleyici kitle cemaat, sahne dekoru en yakın talebeleri olmak üzere kamera önünde dikilip güya Allah aşkından ağlarlar. Bunu yutan her şeyi yutar. Ee, acıyor muyum? Hayır, hâlâ kızıyorum cehaletten kaynaklanan saflıklarına. Kızlarını okutmayan babalara, bu kızların anne olduktan sonra çocuklarını saflıkla yetiştirmelerine, düşünen, çalışkan, meraklı bir birey yetiştireceklerine uslu kuzu sürülerini yetiştirmelerine, falancaya hiç eleştirisel bir yaklaşım olmaksızın inanmalara, güvenmelere, tapmalara… Problem gelince kusuru, hatayı, komployu hep ötekilerde aramalara…
Kendimize kızıyorum. Bizim dediğimiz tayfadan olmayanın bir kusurunu duyduğumuzda, sevinmemize, inandırıcı olsun diye abartarak diğerlere aktarmalara, hiç bilmediğimiz insanlara parmakla gösterip kötülememize, elin hatalarını günahlarını araştırmalarımıza, verdiğimiz sözü tutmamamıza, yüz yüze gelerek sorunu çözmekten kaçmamıza, birinin bizzat fark ettiğimiz hatasını yüzüne söylemeden etrafa yaymamıza, riyamıza, kurnazlığımıza, fırsatçılığımıza, yalakalarımıza, çevreyi kirletmemize, saygısızlığımıza, dönekliğimize, sadakatsizliğimize, şefkatsizliğimize, aldatmalarımıza, aldanmalarımıza, iftiraları yutmamıza, cimriliğimize, kıskançlığımıza, tembelliğimize, büyük sözleri söylememize, bozduğumuz yeminlerimize, birbirimizden helal istemeyişimize, içimize değil, dışımızdakilere bakmamıza, özeleştirimizin olmayışına, bu kötülüklerimizin hepsini namaz seccademizin altına saklamaya gayretimize kızıyorum. Erdem olmasa da yetmiş iki var! Burada “biz”, birinci tekil anlamında kullanıldı. Seni, sizi, ötekini düşünmem. Ne vakit düşüneyim ki, kendimle uğraşmam gerekiyor. Ne sen benim için hesap vereceksin, ne de ben senin hesabını. Mahşer esnaf lokantası değil ki bir gün ben sana yemek sipariş edeyim, ertesi gün sen bana. Kendine zarar verdin ise, cahilsen, safsan, bana ne senin erdemlerinden, sana ne benim günah ve erdemlerimden! Yunus’u tanzir edesim geliyor: Kul hakkına girdin ise yetmiş iki erdem dahi elin yüzün yıkmaz değül. Yine de bencilim, bu “sen” kavramı altında kendimi kastediyorum.
Bunun yanında, insanların, kendilerine mümin ve Müslüman diyen insanların birbirinin hakkını helal etmeyişini anlamıyorum. O zaman ciddi ciddi haksızlığın, zulmün ne olduğunu bilmiyorsun dersiniz. Bir saniye, düşüneyim. Yeter ki ben sana haksızlık yapmayayım. Ya sen bana haksızlık ettinse? Tabi ki bu fenada yüzünü görmek istemiyorum. Görsem de yok sayarım, intikam falan düşünmem, Sevdiğim’e havale ederim. Bekaya geldiğimizde, seninle mi uğraşacağım? Bir taraftan çok zor olacak kendi hesabımı verirken, seni de yakama yapışmış vaziyette görmek istemiyorum, o kalabalıkta, o telaş içinde, özlediklerimi, sevdiklerimi görmek arzusundayken senin mi suratına bakayım? Peşin peşin, buradan helal olsun, yaklaşma ne olursun. Acelem olur, uzun ve zor hesabımı verir vermez O’nun yüzünü görmeye acelem olur. Şefaatine umduğum, beni ümmetinden kabul edeceğini umduğum Ahmed’i görmeye.