Yaşanmış bir savaş, vatan ve ihanet

Bir şeyi gözüme kestirdiğimde, isteğimin gerçekliliğini ispatlamak için önce bir kenara bırakıyorum, geri dönüyorum, tekrar bakıp hâlâ isteyip istemediğimi sorguluyorum. Bu da olgunluğun getirdiği bir şey olsa gerek. İster yazı veya makale konusu olsun, ister bir giyim parçası, ister marketten basit bir şey. Geçici, ani heveslerden korkmaya başlamıştım. Yani ilk bakışta aşkı artık kendime yakıştırmaz oldum. Ee, evli barklı biri niye aşk arar dersiniz, ayıp değil mi? Aşk olmazsa, yazı da olmaz, makale de olmaz, çeviri de olmaz, evin döşemesi de giysi de yemek de olmaz. Olmaz demeyeyim, olur da bana göre değil. Tatsız olur, hazmedilmez, yenmez olur, kısa vadede unutulur.

Bu şekilde bir hafta boyunca önümüzdeki hafta köşemin konusunu düşünüp seçiyorum. Zihnim bir konu kestirir, kenara atar, başka bir konu, bir sonraki, tekrar ilk konuya geri dönüyorum. Tartıp deniyorum yakışıp yakışmadığını. İşte, geçenlerde vatan hainliği konusunu kestirdim. Suriyeli mültecilerin vatan haini olup olmadığını tartışan bir yazı. Baharla karışmış. Bahar, bu geçen 25 sene içerisinde bana savaşımı andırıyor. Savaş günlerini Bosna’da geçiren her sivilin, her askerin zihnini, gönlünü sarsan hatıralar. Bizim yaşadığımız savaş gerçekten bir varoluş savaşıydı, Bosna devletinin var oluşu, Boşnakların varoluşu, Bosna’da yaşayan Müslümanların ve İslam’ın varoluşu, insanlığın varoluşu söz konusuydu. Saldıran da savunan da belliydi. Yine savaşacak yaşta erkekler dünyanın dört bir tarafına gitmiş. Kimi savaşmaktan okumak bahanesiyle kaçmış, kimi yaşadığı bölge düşman işgaline uğrayınca, kimi çıplak canını kurtarmak için yurtdışına gitmiş, kimi de malını mülkünü korumak için…

Savaştan sonra onların, yani Bosna Hersek Ordusunun kontrolü altındaki bölgelerden kaçanların, savaşı yurtdışına geçirenlerin yüzüne bakmayacağız diye yeminler getiriyorduk. Savaş bitince, mademki bir gün bitecek, ülkeyi savunanlar bu ülkeyi yönetecekler, herkes eğitim seviyesine veya tecrübesine göre bir makam mevki sahibi olacak, şehit ailelerine, gazilere belli avantajlar tanınacak diye düşündük. Ve savaş bitti. Eh, bu savaşan kitlelerin cebinde beş kuruş kalmayınca, neyle bir sanayi, bir iş başlatacak? Toprağı varsa bile hangi teknolojiyle çalışacak? Kredi dersiniz… Peki ya her ay kredi taksitlerini kim ödeyecek, malların lansmanı var, satışı var, malları sattıktan sonra ödemelerin gelip gelmeyeceğini düşünmek… Eski fabrikalar kapanmış, eski şirketler de… Sosyalizmi zaten istememiştik, kapitalizm diye bir şeye geçiş sürecini yaşıyorduk. Yok, biz yıpranmıştık, yeni teknoloji de bilmiyoruz. Taze kana ihtiyaç görülmüş, hele de bizden olunca alnından bin bir kere öpmek lazım; daha doğrusu savaş sırasında yurtdışında bulunanlar ülkeye geri dönmeyi kabul ederlerse, kucaklarımızı açarak büyük tebessümlerle, kırmızı halılarla karşılamamız gerekiyordu.

Savaş sonrası Bosna’yı denetleyen yabancı dostlarımız da savaş travması altında olanların ülkeyi yönetmelerini makul bulmuyordu. Hani, barış bir an önce uygulansın, sanayi ekonomi falan gelişsin diye. Ülkeyi derken şirketleri, kurumları, kuruluşları kastediyorum. Ekonomiden medyaya kadar. Savaş travmaları bir yük, uykuları kâbus gibi bölen bir şey, bu sağlam kalmış olanlar bizi yönetsin diye kabul etmiştik. Savaş yorgunu olmayanlar geri dönmüş, kendi göbeklerini bağladıktan sonra savaş sırasında burada kalmış, savaşı yakında izlemiş olanların yaralarını sarmaya güçleri kalmamış. Onların tanışıklıkları, irtibatları, yeni dostlukları, korunmuş sağlığı, bir kısmının üniversite arkadaşları, lobileri, ceplerinde üç beş kuruşu da vardı. Bizim ise uykularımıza giren kâbuslar, bomba sesleri, mezarlıklardaki dostlarımız, kardeşlerimiz… İlk başta savaş sonrasında ülkeye dönen eski arkadaşlarımla ne konuşacağımı bilmiyordum. Çünkü burada, kendi aramızda yeni bir dil geliştirdik. Konuşarak da sessiz kalarak da birbirimizi anlayabileceğimiz bir dil. Onlar da hasretten, bizleri merak ederek gözyaşlarıyla geçirdikleri uykusuz geceleri anlatıyordu, sığınmacı veya mülteci yoksulluklarını, ilk geldiklerinde geldikleri yerin dilini bilmeyişlerini… Onların da bizim anlayamayacağımız bir yabancı dili oldu, bizim de onların anlayamayacağı bir dil. Onlar eşraf, biz ahali kaldık.

Evet, savaş sırasında bunların savaş kaçakları, vatan hainleri olduğunu düşünüyorduk. Savaşacak erkekleri özellikle. Kadınları da. Eşini dostunu akrabasını burada bırakmış da gitmiş herkesi. Tabii Çetnik veya Ustaşa’nın bıçağından canını kurtarıp kaçan, evinden düşman tarafından sürgüne gönderilenleri, Bosna Hersek Ordusu’nun kontrolü altındaki topraklara gelemeyenleri hariç. Bunları hoş görüyorduk. Savaştan sonra ilk bunları karşıladık, sonra hiç yüzlerine bakmayacağımıza yemin ettiğimiz vatandaşları, sonra da bize silah namluları üzerinden bakanları yavaş yavaş kabul etmeye başladık. Hâlbuki burada devlete saldıran, soykırım yapan, kültür mirasını yok edenin kimliği belliydi. Bosna’nın çok ulusluluğuna, çok dinliğine tecavüz eden de belliydi.

Suriye’ye gelince, kimin kime saldırdığını artık anlayamıyoruz. Ölenlerin çoğu ölüm sırasında şehadeti telaffuz ediyor. Orada menkul ve gayrimenkul kültür mirasını, medeniyeti simgeleyen her şeyi yok edenler ne yazık ki kendini Müslüman olarak tanımlıyor. Müslüman din kardeşine karşı silah kaldırmaz diye bize öğrettiler çocukluğumuzda. Müslüman masum olan kimseye karşı silah kaldırmaz. Müslüman kiliseye dokunmaz, başkasının mabedine dokunmaz. Oradaki Müslümanlar türbeleri, camileri, kütüphaneleri öldürmüş. Farklı inanç sahiplerine de mabetlerine de saldırmış. Oradaki Müslümanlar diğer Müslüman kadınların ırzına geçmiş. Başka yerlerde Müslümanlar diğer Müslümanlara karşı terör saldırıları uyguluyor. Başka yerlerde Müslümanlar, Allah’ın son elçisine gönderilen ilk emri kadınlara yasaklıyorlar. Farklı yerlerde Müslümanlar diğer Müslümanların Müslüman olmadıklarını iddia ediyorlar… Ve bunu yapanların hepsi Müslüman olduklarını iddia ediyorlar!

Sanki Müslüman olmak kolaymış.

Sanki Müslüman olmak zormuş?

Çok basit. Çok sade. Bu Müslümanlık elbisesi altında insanlıktan, fıtrattan başka bir şey olmayacak. Yaratıcının seni yarattığı gibi dağları da taşları da böcekleri de yarattığını, farklı dilleri konuşan farklı ırklardan insanları da yarattığını, farklı dinlere mensup olanları da yarattığını bilen, yaratılmışı Yaradan’dan ötürü seven, her türlü saygıyı gösteren biri olacak. Zihnini de kalbini de kiraya vermemiş biri olacak. Asıl olan, ezeli vatan ihanetini yapmamış olacak. Makamı, mevkii, unvanı, dini, ırkı ne olursa olsun, ötekine kibirle değil, hoşgörüyle bakacak. Kendini savunacak. Hükümleri Hükmeden’e bırakacak. Büyük cihadın, nefsiyle mücadele etmekten ibaret olduğunu bilecek. Kimseye kin beslemeyecek, kimseye kendi onuruna dokundurmayacak, kimsenin onuruna dokunmayacak.

Bir yaşanmış savaş hatırasının yüküyle yaşamaktan daha kolay. Hele de haksızlıklara kayıtsız kalmaktan, haksızlıkları fark ettiğin halde bir şey yapamamaktan…

Bu dünyada sığınmacı olduğumuzu anlamamaktan da kolay.

Savaşın anlamsızlığını, kötülüğünün her yönünü anlamamaktan daha kolay.

Benzer konular