Suriye’de savaşın ne zaman başladığını hatırlamıyorum. Yani, resmen ne zaman savaş olarak adlandırıldığını. İç savaş mıydı, Esad’ı devirmek isteyen bir grup muydu anlaşılmıyordu haberlerden. İki genç Türk, olup bitenleri görmek, belgesel çekmek için Suriye’ye geçmiş, orada Esad’ın polisleri veya askerleri tarafından tutuklanmıştı. İlk defa o zaman dikkatimi çekti Suriye’de olup bitenler. Tanımadığım, Âdem diye birisi ve yanında kısa bir süre önce tanıştığım Hamid. Mavi Marmara’da bulunan Yahya var ya, işte onun kardeşi. Yahya tarihçi, meslektaşım sayılır. Hamid ise o zamanlarda çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi. Sevdim bu çocuğu, hemen hemen oğlumun yaşıtı. Acaba, sağ çıkacak mı? Annesini, babasını düşünüyorum. Kim kurtarabilir onları, nasıl kurtulacaklar? Bir de bu Âdem evliymiş, çocukları, eşi ne olacak? Kuzey Afrika’da Arap Baharı denilen oyun henüz bitmiş, yeni bir sahne, yeni bir gösteri hazırlanıyormuş.
Aylar sonra gençlerin diplomasi kanalıyla serbest bırakıldığını öğreniyorum. Hamid’in bir eyvallah çektiğini de. Ondan sonra İstanbul ve Ankara sokaklarında zengin olmayan, ellerinde marka poşetlerle, AVM’lerde dünyanın parasını harcamayan Arapları görmeye başladım. Çarşaflı kadınlar, esmer çocuklar dilencilik yapıyorlar. Savaştan kaçmışlar! Hani savaştan kaçacağına mücadele edeceklerdi, savaşacaklardı? Kimin tarafında, kimin lehine, kimin aleyhine savaşacaklardı? Diktatör Esad’ın yanında mı? Karşısında olanlar için Sünni Müslümanlar diyorlar. Peki ya bunlar kimmiş? Alevi mi? Şii mi? Caferiler mi? Yoksa inançsızlar mı?
Bu arada dönemin T.C. Dışişleri Bakanı, Suriye’deki savaşın uluslararası makamlar tarafından durdurulamazsa Bosna Hersek’teki savaşın boyutlarına ulaşabileceğini söylemişti. Ama Suriye’de iç savaş söz konusuydu, buradaki ise resmen saldırıydı! İlk olarak Sırbistan, arkasından da Hırvatistan saldırdı. Ne biçim benzetme bu?! Bosna Sırplarının büyük kısmı Sırbistan askerleriyle, Bosna Hırvatlarının büyük kısmı Hırvatistan askerleriyle birlikte, Büyük Sırbistan veya Büyük Hırvatistan için savaşıyordu. Dışarıdan saldırıya gelenler kendi mezheplerinden olana yardıma koşmuştu. Topluca hem de. Bu futbol maçında kimin oyuncu, kimin de taraftar olduğunu ayırmak zordu. Ama o zaman, savaşımızın bir iç savaş niteliğinde olmadığını çok iyi biliyorduk. Ülkemiz bağımsız, tanınmış bir ülkeydi. Bağımsızlığını yeni kazanmıştı ama olsun, bayrağımız BM binası önünde dalgalanıyordu.
Bu futbol maçında kimin oyuncu, kimin taraftar olduğunu ayırmak zordu dedim. Osmanlı döneminden mabetler, mezarlıklar bir bir yok oluyordu. İnsanlar etnik temizleme denen etnik kirletme sonucu belirli bölgelerden sürüldü, daha doğrusu kaçabilen kaçtı, kaçamayanlar ise toplama kamplarında gördükleri şiddetten sonra kurşuna dizilip toplu mezarlıklara, çukurlara gömüldü. Bunlar çoğunlukla Boşnak Müslümanlardı. Bu maçın, bu oyunun tek seyircisi dünyaydı. Yeni, demokratik dünya. Kendi aralarında tutacakları tarafı belirlemiş, bir ara kendi takımını alkışlıyor, ondan sonra diğer takımın taraftarı olup onları alkışlıyorlardı.
Belki de bunu maç olarak görmediler, seyirciler için yaşadıklarımız bir tiyatro gösterisi olsa gerekti. Çünkü bu gösterinin yapımcıları, yönetmenleri, oyuncuları da vardı. Biz ise sadece figürandık. Bosna’daki Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar, hepimiz figürandık. Asıl oyuncular Miloşeviç, Tucman… Sahne dekorunun da yıkılması, tarihi binaların yok edilmesi, mezarlıkların otoparklara dönüştürülmesi de gösteride öngörülmüş. Sahneler daha canlı olsun diye. Srebrenica’dan sonra, evet Srebrenica soykırımından sonra bütün dünya “bir daha olmayacak” diye yemin ediyordu. Bir daha hiçbir yerde tekrarlanmaz diye bir şarkının nakaratı gibi tekrarlayıp duruyorlardı. Hipnoz muydu neydi, biz de inandık.
Bu senenin Şubat ayında, CNN muhabiri Nic Robertson da Suriye’deki savaşı Bosna savaşına benzetti. O zaman kızmadık. Ağrımıza gitmedi, tartışmadık bu benzetmeyi. Suriye epeydir Bosnalaşmış. Kurbanın kim, zalimin kim olduğunu ayırmak mümkün mü? Tabii ki. Kendilerine İslam-bilmem-neyin-nesi ismi veren silahlı gruplar bir taraftan, Esad ve ordusu diğer taraftan. İslam Devleti’ymiş! Bunca yıl medyaları takip ediyorum, haberleri dinliyorum da kimse Filistin’i devlet olarak adlandırmamış. Devlet diye İsrail var, Filistin neredeyse soyut bir şey; bölge mi, tarihi bir isim mi anlaşılmıyor. Kime vururlarsa Allah’ın kulu. Çoğu ölürken (fırsat bulursa) son nefeste şehadet getiriyor. Neye vururlarsa tarih, iki bin, üç bin, beş bin yıllık tarih fışkırıyor yıkılmış yapılardan, taşlardan. Âdem Peygamber yeryüzüne çıktığından beri o bölgede, insanoğlunun medeni oluşunun göstergeleri her taraftaydı. O medeniyetin devamlılığı yok oluyor. Yakılmış kitapları artık kimse konuşmuyor. Savaşlar, ideolojiler, cehaletler yazılan medeniyeti yok ediyor.
Elimde Osmanzade Hüseyyin Vassaf’ın Hicaz Hatırası var. Kubbealtı Neşriyat sayesinde. Yüz yıllık fotoğraflar, yüzyıllarca ayakta kalan yapıların tek hatırası olmuş. Türbeler, mezarlıklar, camiler, köşkler, bahçeler, evler, çarşılar… Bunları yapanların, bunların içinde yaşayanların torunları da sürgüne gönderilmiş, öldürülmüş. Tecavüze uğrayan kadınlar. Evet, bu minik Bosna’da da benzer şeyler yaşanmış. Boşnak Müslüman kadınların ırzına geçen Sırp askerleriydi. Pek konuşulmasa da, Bosna toplama kamplarında Boşnak erkekler de tecavüze uğramışlardı. Ya orada? Burada birilerinin sakalları altında Ortodoks haçları vardı, orada birilerin benzer sakalları üstünde kelime-i tevhit yazılı bez parçaları… Baş kesmeler, tecavüzler, işkenceler aynı. Masumlar aynı. Mülteciler aynı. Evlerinden, dede topraklarından edilenler aynı. Mabet, türbe, mezarlık yıkımları aynı. İnsan acısı aynı. Bosna ile Suriye arasında nüfus ve toprak büyüklüğü yönünden fark var. Bu gösterinin yapımcılarına göre sahne farkı. Bosna savaşı küçük sahnede, Suriye savaşı ise büyük sahnede gösteriliyor. Yatırım oranıyla. Zarar da oranıyla. Kazanç da, eğlence de.
Halep, büyük Srebrenica. Soykırım öncesi günlerini yaşıyor. Buna yaşamak denebilir mi? Sivilleri alacak veya kurşuna dizilmek üzere galip olana teslim edecek bir Hollanda Birliği eksik sadece. Olsa da, olmasa da aynı. Seyirciler patlamış mısır yiyerek sonuç bekliyorlar. Tiyatroda patlamış mısır yenmez dersiniz, ama ne anlar köylü tiyatro kültüründen. Yeter artık diye feryat ediyoruz, çığlıklarımızdan sesimiz kesildi. Silah ve uçak sesleri insan seslerini örtmüş. Halep, Srebrenica’nın katliamını görmesin diye yalvarıyoruz. Artık insanlara yalvarmaktan fayda olmadığını iyice öğrendik. Ancak Allah’a yalvarıyoruz. Dünyada, uluslararası kanunlara uygun olarak bu oyunun yapımcılarını durduracak, yönetmenlerinin gelirlerini kesecek bir ülke, bir adam çıksın da bu dünya cehennemi bitsin artık.
Srebrenica’da 8732 kişi öldürüldü. 527 kilometrekare kasabada 5746 kişi yaşıyordu; etraftaki köylerle birlikte toplam nüfusu 36.666 idi. Savaş sırasında BM Güvenlik Bölgesi olmasından dolayı, 40 bin kişi sığınmıştı kasabaya. Halep ise Levant’ın en büyük yerleşim yerlerinden biri. Resmi kayıtlara göre içinde 2 milyon 132 bin kişi yaşıyordu. 2 milyon 132 bin yaşam hikayesi. 2 milyon 132 bin dert. 2 milyon 132 bin aşk hikâyesi. Tabii şu an o kadar değiller. Öldürmüşler bir kısmını, bir kısmı kaçtı, bir kısmı sürgüne gönderildi.
Halep’te kalanların Srebrenica’nın akıbetine uğramasına müsaade etmeyin diyorum dünya patronlarına. Paralar, altınlar, şirketler, gelirler sizin olsun! Zaten sizin, söyleyin ne kadar daha isterseniz, hadi yiyin! Sadece Halep’in toplu mezarlığa dönüşmesine müsaade etmeyin. Yoksa her sene Aralık ayında veya Ocak ayında veya senenin herhangi bir ayında yeni bir 11 Temmuz tarih sayfalarına girecek. Halep Srebrenica olursa, ne devlet adamlarının, ne dünya yöneticilerinin cenaze törenlerine gitmeye, yas tutmaya hakkı olmayacak.
Sıradan bir vatandaş olarak ne yapabileceğimi düşünüyorum, dua dışında hiçbir şey yapamadığım için üzüntümü, acılarımı, endişelerimi belirtecek söz bulamıyorum. Ve aynaya baktığımda, aynanın yüzüme tüküreceğinden korkuyorum.
Ve yüzümü aydınlatacak “Şam’dan bir şamdan” bekliyorum…