Biz Boşnakların acayip bir huyu var; önemsiz şeylerle uğraşmayı çok severiz. Hele de önemli bir şey varken, önemsizleri bir takıntı haline getiririz. Başlıktaki sözümüz ordan çıktı belki de, kim bilir.
Osmanlı döneminde, XVI. yüzyılda, memleketinin Müslümanlarını meyhanelerden çıkarıp onlara İlahi Aşk şarabını içiren Hamza Bali, birinin molla ünvanı, birkaç kişinin de kendini saraya sevdirme hevesi uğruna, zendeka ve ilhad suçlamalarıyla dünyevi mizan altarına kurban edilmiş. Veya XVIII. yüzyılda, savaşlardan dönen gaziler ve dönmeyen şehitler, beş sene kadar geciken asker maaşları, veba salgınları ortadayken, Kadızadeli âlimlerin tasası Saraybosna’ya gelen pehlivanlar ve eğlence yasağı olmuş.
Avusturya-Macaristan işgali ve ilhakı sonrasında Müslümanların Bosna’da kalıp kalmamaları üzerine tartışmalar, hicret fetvaları, ucuza mülk sahibi olmak uğruna kendi komşularını hicrete ikna etmeleri, bu topraklarda kalma önemini vurgulayan aydınların yazışmaları… Tekrar bir strateji eksikliği, tekrar bir avuç aydının etrafta uçuşup vızıldamaları, birinin ufacık çıkarı için yüz kişiyi batırması, nüfus ve mülk kayıpları, Anadolu’ya göçler… Belgrad’da aylarca hicret vizesi beklerken, satılan mülklerin parası yenmiş, Anadolu’ya kadar gitmek için paraları yetmeyenler bugünkü Makedonya ve Arnavutluk sınırları içerisinde kalmış. Ömürleri yetmeyenlerin mezarlarıysa Bosna-Anadolu güzergahının her tarafında. (Bu konuda yazmama vesile olan, Tufan Gündüz ile Fahriye Emgili Hocaların kitaplarını, Safet Bancoviç’in eserlerini, Bayram Şen’in araştırmalarını bulup okumanızı tavsiye ediyorum.)
Akabinde, iki dünya savaşı arasında, toprak reformlarıyla mülksüz kaldıklarını ve savaş kayıplarını da hesaba alırsak, Müslümanların maddi olarak çok kötü durumda kaldığı bir zamanda ana tartışma konusu Müslüman kızların okuyup okumaması, fabrikalarda çalışıp çalışmamasıydı. Çocuklarına bir parça da olsa ekmek parçası getirmek zorunda olan kadın fabrikada, evin dışında çalışmasa, ya zenginlerin evlerinde temizlik, çamaşırcılık, aşçılık yapmak ya da yüz kızartıcı yollara meyledip geçimini sağlamak zorunda. Peki bu kadın ev işleri yaparken elin evinde gün boyunca kalacak, kendi evlatlarına kim baksın? Yok, dönemin Müslümanları bunu tartışmıyor, tek dertleri kadın okumalı mı okumamalı mı.
Daha sonra, erkekler kör kütük sarhoş gezerken şehirli kadının dünyasına ince çorap denen tehlike girdi. Haşa! Daha çok “okumuş kız ve kadınların giydiği” ince çorap, toplumun ana meselesine dönüştü. İnce çorap dururken eşikteki II. Dünya Savaşı da neymiş?
Bir önceki savaş ve onu takip eden yıllarda Anadolu’ya göçmemeye kararlı olanların torunları, öz dedemin de aralarında bulunduğu Doğu Bosna ve Doğu Hersek’nin Müslümanları Çetnik bıçaklarından geçirilmiş, onlardan hızlı ve şanslı olanları (babaannem, halalarım ve amcam) Orta Bosna’ya sığınmış. Ellerinde bir heybe ile. Şöhretleri, elmas kolyeleri, iğneleri, Osmanlı sultanlarının ve Avusturya hükümdarlarının tuğra ve yazılarının olduğu birikmiş altınları, bilmem hangi kazancının yaptığı bakır sahan, tencere, tepsi ve ince savatla işlenmiş sinileri, el işi halı ve kilimleri heybelere sığmaz. Altınların bir miktarı sığarsa sığar, savaş zenginlerine bir miktar yağ, patates ve un karşılığında verilir, gerisi yağmacılara kalır. Mala gelsin cana gelmesin.
Savaşın bitmesiyle sosyalist Yugoslavya kurulur, ücretsiz zorunlu ilk eğitim… Yine de, ceza ödemeyi göz önüne alarak özellikle köylü Müslümanlar kızlarını okutmak istemiyorlar, hani kızlarımız aynı sınıflarda erkeklerle karışmasın diye. Örtünme yasağı uygulanmış, her yerde geçerli olmuş, dini eğitim yasağı da getirilmiş, ama yine de okutulmasın. Millet cahil kalsın! Dini şuuru olan genç aydınların bir kısmı idam ediliyor, bir kısmı mahpus oluyor. Parti üyesi olmayanlar müdürlüklere atanmıyor, özellikle sosyal bilimler mezunları ve eğitimciler Partili değillerse bir yerlere gelemiyor. Lojman sahibi olmada en son sıradalar. Boşnak köylerine Sırbistan, Karadağ köylüsü öğretmenler atanıyor.
Boşnaklar arasında Partiye sadık, dini kimliğinden arınmış olanlardan başka biraz uyanık olanlar vardı. Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvat komşulardan örnek alarak, Parti üyeliklerine rağmen evlerinde din, örf, adetlerine sahip çıkan, namaz ve diğer farzlarına devam eden, dindaşlarına yardım edenler vardı. Yönetici olman önemli, belirli bir makamdaysan diğerlerine de yardımcı olabilirsin, haklarını koruyabilirsin diyenler vardı. Mesela Müslüman çoğunluğu olan semtlerin okullarındaki öğrencilere domuz eti yedirmeyeceksin. Dini bayramlarda süslenmiş çocuklara gayrimüslim öğretmenler tarafından haksızlık edilmesini engelleyeceksin. Oruç tutan öğrenci varsa, öğretmeni kim olursa olsun, onu orucunu açmaya zorlamasın diye önlemler alacaksın.
İşte bu kuralları bilen insanlar bizim camianın en büyük tasası olmuş. “Komünist, ateist, devletin adamı” diye kötülemeler, dışlamalar, ötekileştirmeler, iftiralar… Yine de çocuğu iyi bir okula yazdırmak gerekiyorsa, onlar var. İşe almak lazım olunca, onlar var. Camianın gözleri her zaman onlarda ve ailelerinde, hani kızı gayrimüslime gelin gidecek mi, oğlu gavur kızı alacak mı, düğünleri alkollü mü olacak? Ve her zaman hayal kırıklıkları; tahminleri, dedikoduları gerçekleşmiyor diye.
Diğer yandan, kendilerini diğerlerinin hayatlarını değerlendirmeye adamış, iman/Müslümanlık terazilerini sahiplenmiş olanların ailelerinde elin malına el koymaktan gayrı meşru çocuklara kadar geniş bir haram yelpazesi oluverdi. Belki ötekilerle uğraştıkları için kendi evlerinde olup bitenlerle uğraşmaya vakitleri yoktu. Kendilerini topluma, toplumun dini ve milli değerlerini korumaya adamış insanlar. Yüce Hakk kendi dinini Kıyamet gününe kadar koruyacağına söz vermedi mi, sen ne karışıyorsun!
Peki, sen kendini ve aileni koru diyen yok muydu? Elbette vardı. Yine de bu belirli makamlara gelmiş olanlar destek oluyordu. Nasıl olsa bizimdir, namazında niyazında, dürüst, işe alalım, üniversiteye alalım, okula yazdıralım derlerdi. Kendi çocuklarını ise mesleğin ne olursa olsun en iyi ol, dünyada İslamiyet’i senin korumana gerek yok, Allah onu koruyor, sen de kendini iyi bir Müslüman, iyi bir mü’min, başarılı bir toplum üyesi olarak koru, elini harama uzatma ve insanlığa hizmet et diye tembih ederlerdi.
Komünist dönem geçmiş, demokrasi gelmiş. Müslüman olduklarını gizlemeyen belirli yerlere ulaşabilmiş kimseler din kardeşlerine yardımcı olmaya çalışmış. Hadi, bizdendir, sınavını iyi hazırlamamış ama yine… Kırmayalım, geçsin. Hadi bizdendir, iyi not vereyim, teşvik olur. Hadi, iş ehli olmasa da bizdendir, hadi imkânı yoktu, zamanla öğrenir, namazında niyazında, babası beş vakit, ninesi hacı, işe alalım. Zekâsı pek parlak olmasa, mesleğini de pek bilmese elinde diploması var, en azından sözümü dinler, bizdendir, ihanet etmez derlerdi.
Bu “bizdenler”, sayıları çoğalınca mevcut imkanları sağlayanları beğenmez oldular. İşini bilmeyen elin işiyle uğraşır derler, bunlar da başkalarının imanlarında hata aramaya başladılar. Bir sürü cemaat tesiri ortaya çıktı. Türkiye’de olduğu gibi sadece paralel değil, her türlü geometrik şeklini çizecek kadar çemberler, üçgenler, paraleller, dörtgenler, birbirlerine muhalif Şiiler, Selefiler, Ahmediler, hizmetliler, tekfirciler, tekfircilerin tekfircileri, seküler Müslümanlar (evet, bu da varmış; herhangi bir din kuralına uymayan, ancak İslamiyet’in ne olduğu hakkında hüküm verenler) ortalığı karıştırdı. Ve artık senin imanını, İslamiyeti’ni tartışmak, hangi fırkaya mensup olduğuna karar vermek, sana hiç sormadan etiketini yapıştırmak herkesin haddine.
Kabahat, bu “bizdenler”in arasında nifak tohumunu taşıyanların olduğunu, yardım eli uzatırken tedbirli olmamız gerektiğini bize öğretmeyenlerde. Müşkül bir dersle kendimiz öğrendik. Annem “Sen bilirsin ama dışarıya vurma, ayıptır, yine de bizdenler” der. Dersimizi gördük, sınav zamanı annem. Cevap olarak, “Git ordan! Defol! Yeter artık!” diyecek olan var mı? Köy yanıyor, zamane ninelerinin saçlarını tarama vakti değil.
*Köy yanıyor, nine saçlarını tarıyor