Dilin fatik fonksiyonu söz konusu olunca akla ilk gelen selamlama şekilleridir. Selamlar da tıpkı kıyafetler gibi, günün vaktine, ortama ve selam verdiğiniz kişilerle samimiyet derecesine göre verilir. En azından bizim kültürümüzde. Hele de karma bir toplumda selam yelpazesi çok geniş. Resmi selamlar, samimi ortamda selamlama şekilleri, yaşlılarla, küçüklerle, gençlerle selamlaşma farklı.
Çocukluğumda, sosyalist bir ülkede resmi selam iyi sabahlar/günler/akşamlar/geceler biçimindeydi. Okulda, resmi kurumlarda, dükkânlarda, medyada, hastanede, sağlık ocağında, ebeveynlerimin iş yerlerinde geçerliydi. Daha doğrusu, tek uygun görülen selam şekliydi. Sokakta bir yaşıtınızı gördüğünüzde “sağ ol” (teşekkür anlamında değil, resmen kelime anlamıyla sağ ol) “zdravo”. Bu selamın hafif de olsa bir sosyalist boyası vardı. Yani, yoldaş kelimesiyle çok iyi uyum sağlıyordu. Evlerde durum farklıydı. “Esselamü aleyküm”, Müslümanların arasına girerken kullanılıyordu. Yalnız, bu şekilde selam verdiğiniz kişinin beş vakit namaz kıldığını bileceksiniz. Bu selam o zamanlarda çok pahalıydı ve herkes bu ikramı hak etmiyordu. Eve girerken, günün herhangi bir saatinde “merhaba” diyebilirdiniz. Sabahleyin “Sabahajrola” (hayırlı sabahlar), akşamleyin “Akšamhajrola” (hayırlı akşamlar). Bunların cevabı aynıydı: “Alahrazola”.
Mahallede de bu selamları kullanabilirdiniz. Ancak fazlasıyla tutucu bir Parti üyesi olmadığını veya Hristiyan veya Yahudi olmadığını bildiğiniz komşulara karşı. Sabahleyin garibime giden bir selam vardı, mahallemize özgü: “Uranio/Uranila” (Erken kalmışsın), cevabı ise “Dobro, jesi ti?” (İyi, ya sen?). Bu da bir nevi beynelmilel selamdı. Beynelmilellerimiz arasında, özellikle entelektüel kesimin kullandığı “Poštovanje” de (saygılar) var. Bu selamı vücut dili takip ediyordu: Fötr şapka veya bereyi kaldırarak hafif bir eğilme. Ardından genellikle titrle hitap geliyordu. Hoca, Profesör, Maestro, Müdür… Bey yoktu o zaman, beyler yoktu, herkes yoldaştı. Bu selam o zamanlarda bana biraz sosyetik geliyordu. Eh, biz çocuklar birbirimize “Çav” anlamında “Ćao” diyorduk. Nedense bu selamlama şeklini sakız çiğnemekten ayrıt edemiyorum. Bunun eşliğinde, üçlü bir paket gibi, hafif el sallama da vardı. Katolik bir köye vardığınızda köylülerden “İsa methedilmiş olsun” duyabilirdiniz. Uzatmamak için “Mariya da” diye mırıldanıp geçebilirdiniz. Ortodoks köyünde ise “Tanrı’dan medet”, cevabı da “Tanrı yardımcın olsun”. Köylülerin dini ne olursa olsun, köye gelenlere kendi kültürlerine göre selam verirlerdi. Siz de -dininiz ne olursa olsun- her selamın cevabını bilirdiniz. Kimse size öğretmeden, uyarmadan…
Yaşımız ilerledi bir şekilde. Yugoslavya dağıldı, sosyalizm kayıplara karıştı, biz de demokrasiye vardık. Bu demokrasiyle ne yapacağımızı bilmiyorduk doğrusu. Ama artık dinine sahip çıkmanın ayıp olmamasına sevindik. Hatta bunu vurgulamaya çalışıyorduk. Resmi toplantılarda selamı “Esselamü aleyküm” olarak veriyorduk, gururla… Akabinde alkışlanıyorduk. Hoşumuza gidiyordu bu. İlk defa devlet meclisimize namaz kılan, oruç tutan kesimden insanlar da girdi. Yani, namazını gizlice kılmayan, oruç tuttuğunu saklamayanlar. Meclisin yakınında cami de var, ama bizimkiler sevinç ifadesi olarak namaz vakti gelince meclisin içinde namaz kılmışlar. Tabii ki vekiller arasında biri imamlık yapmış, namaz kıldırmış. Sonra tövbekârların da sayısı günden güne artıyormuş, özellikle devlet erkânının gittiği camilerde, cumalarda… Her taraf selam çınlıyordu. Barış dönemin son anlarını yaşıyorduk.
Savaş başladı, selam, selam, mahsus selam. Hatta “Esselamü aleyküm” diye bir şarkı bestelediler. Müslümanların barış sesi bu selam. Bazı bölgelerde Boşnak Müslümanlar kurşuna dizilmiş, bazı yerlerde başları kesilmiş, canlı canlı yakılmış olanlar da olmuş. Başını kurtaranlar dünyanın her tarafına yayılmış, göçmüş. Bir daha dönmemek üzere.
Boşnakların o dönemdeki şaşkınlığını anlatan bir fıkra var: Her tarafa Esselamü aleyküm yayılmış, Bosna’ya resmi ziyarete ABD başkanı geliyor (Baba Bush galiba). Görevli başkanlığın kapısında önüne çıkmış, dik durmuş: “Esselamü aleyküm sayın başkan” demiş. Amerikan Başkanı Bosna Hersek Başkanı’nın yanına köpürerek gelmiş: “Siz bizi kandırıyorsunuz, biz laik, seküler bir Bosna Hersek’i savunduğunuzu düşündük, o şekilde sizi destekliyorsunuz, bu selamdan anlaşılıyor ki siz bir İslam cumhuriyeti hayal ediyorsunuz” demiş. Başkan ne yapsın, kapıdakini çağırmış, “Bak oğlum, resmi ziyarete gelen olursa, ona laik bir selam vereceksin tamam mı?”, “Tamam”. Birkaç ay geçmiş, Arabistan Kralı Fahd gelmiş. Bizim kapıcı kapıda Kralın önüne koşmuş, seküler bir selam vermiş. Kral da köpürerek Reisimizin yanına gelmiş: “Siz bizi kandırıyorsunuz. Biz para, hurma, petrol gönderiyoruz, Müslümansınız diye. Kimi destekliyoruz. İşte aşağıdaki adam Allah’ın selamını bile vermek bilmiyor.” Reis tekrar bizimki zavallıyı çağırmış, “Bak oğlum, Arabistan Kralı…” falan ders vermiş, bu da başını eğmiş gitmiş. Gel zaman git zaman, dönemin BM yetkilisi Yasushi Akashi resmi ziyarete gelmiş. Bizimki tam şaşkın vaziyette, kulübesinin içinden başını çıkararak: “Seni gidi seniiii, kim geldiiii!” diye seslenmiş.
Yeni camiler de yapılmış savaştan sonra. İslam dünyasından şuradan buradan destek alarak, eski camilerin bir kısmını yeniden yapmışlar, yenilerini de dikmişler. Katolik çoğunluk olduğu bölgelerde kiliselerin sayısı çoğalmış, hem de kocaman betonarme yapılar, haçlar dikilmiş. Din, gösteriş şeklini almış. Eski Katolikleri hatırlıyorum, annemin bir arkadaşı, benim İngilizce öğretmenim… Huşu içinde ibadet ediyorlardı, Pazar günleri ayinlere giderlerdi, evlerinde Müslüman arkadaşları için seccade bile bulunuyordu, ziyarete geldiklerinde namazı kaçırmasınlar diye. Kıble tarafı da evlerinde biliniyordu. Allah korkusu vardı. Kiliseleri pek ihtişamlı, görgülü değildi o zamanlarda. Cami, Ortodoks kilisesi, Havra, evler ve dükkânlar uyum içindeydi. Eski Ortodoksları da hatırlıyorum. Pek ibadet yaptıklarını bilmiyorum (yoksa benim tanıdıklarım Noel ve Paskalya dışında kiliseye gitmezlerdi), ancak kutlamalarında Müslüman komşu ve arkadaşları için ayrı kaplarda yemek yapılıyordu. Bu kaplara bir kere bile domuz eti/yağı veya alkol konmamıştı. Bayramlarda en güzel kıyafetleri giyip evlerimize tebrik etmeye gelirlerdi.
Artık demokrasi geldi. Dinimizi serbestçe yaşayabiliyoruz. Fakat serbest olunca lezzeti mi kalmadı nedir. Katolik bir tanıdığım bir iki ay önce içini döktü: “Evet, kasabamızda şimdi kocaman kilisemiz var, ama ayinlere gelen yok. Pazar günleri bile ancak ilk sırayı dolduracak kadar yaşlılar var. Tanrı’nın hiçbir emri yerine getirilmiyor. Tek Tanrı’ya inandığı iddia edilir, paraya tapınır. Yeri olmadan Rabbimizin ismi söylenir, arkasına gizlenir. Kutsal bir gün, kutsal bir şek kalmamış. Anne babalara saygısızlıktan başka bir şey görmüyoruz. Cinayetler, zinalar, hırsızlıklar, yalanlar, aldatmalar, kıskançlık… Evlenmeler azaldı, boşanmalar çoğaldı. Artık bu kilise boş bir kılıf. Bu kiliselerin gösterişi arttıkça, imanımız, dindarlığımız, insanlığımız azalıyor.”
Her insanın galiba belirli bir miktar din-imanı varmış. Hepsinin maksadı gösteriş ise, içinde ne kalabilir? Dini ne olursa olsun. Düşünüyorum. Fakat canımı acıttığı için dudaklarımın arkasına bırakmıyorum. Feryat duyulur.
Gençler şaşkın. Ne kokar ne bulaşır şekilde selamlaşıyorlar: “N’aber? Nasıl gidiyor? N’apıyon?” gibi saçma sorular. “SANA NE” diyesim geliyor! Derdimi sana anlatmaya ne vaktim var, ne de gerçekten merak ediyorsun. Yeter ki sabahların, günlerin, akşamların, gecelerin iyi olmasını dile, yeter ki Allah’ın selamının üzerimize olmasını dile. Yeter ki sağlık dile, anlamını düşünmesek bile…