Biliyorum millet tatlı, nostaljik Ramazan yazıları sever. Pembemsi, kadınımsı bir şey. Açıkça demezler fakat satırlar arasında onu okuyorum. Geçen sene bir yazıda gençlik ve çocukluk Ramazanlarımı yazdım, yeter. Son Ramazanları da ekledim. Savaş dönemi Ramazanlarıyla alakalı hatıralarımı pek yazmadım, şimdi bir-iki hatıra paylaşayım, komik olanları en azından.
İftarlar sahurlar tabi o zamanlar da vardı, oruçlar tutulurdu. Doğrusunu söylemek gerekirse daha samimi, daha inançlıydı. Çünkü işin içinde her an gördüğümüz ölüm olasılığı vardı. Mermi, şarapnel, keskin nişancı kime, ne zaman, nerede ve ne isabet edecek belli değildi. Her halükarda hazırlıklı gidelim diye o zaman yaşadığımız inancımızda farklı bir samimiyet vardı. Oruçta da, namazda da. İşe giderken (koşarken daha doğrusu) evden işyerine kadar şehadetleri getire getire ritim veriyorduk kendimize. Bir de biletim kesildiyse en azından gönlümde de dilimde de bu şehadet olsun, Rahmet-i Rahman’a güveniyoruz, fakat şehadetle işimizi garantiye alalım.
Ramazan olunca iftar davetleri de oluyordu. Açık havada devletin belediyenin vakfın bütçesinden değil, insani yardım olarak dağıtılanla birlikte emeğimizin sayesinde Allah ne verdi ise onunla iftar yapardık. Bol miktarda pirinç vardı, bol da taşlı, hani insan pirinçleri ayıklarken güzel oyalansın; oğlun, kocan, kardeşin cepheden sağ salim gelecek mi kara kara düşüncelere vakit kalmasın. Pirinçten, çorbadan zerdeye kadar her şey yapılırdı. Yani pirinç çok elverişli bir şey, börekten salataya kadar, tuzludan tatlıya kadar her şeye gider. İçenler içki bile yapıyorlarmış. Sadece tütün yerine kullanılmazdı. Yani pirinci kâğıda sarıp içeni duymadım. İnsani yardımda kuru maya da geliyordu. İşin komik tarafı kişi başı yarım kilo un ve iki yüz elli gram maya dağıtıyorlardı. Eh, bu mayayı da farklı farklı yerlere kullanıyorduk, onu da yazayım. Mesela köfte: Et yerine eski ekmek kırıntıları (galeta unu kadar ince ince kıyılır), içine varsa tuz, karabiber, kıymadan kuru maya, az su ile köfte malzemesine benzeyecek hamur yapılır. Köfte şekli verilir, kuru teflonda kızartılır (Yağı nerden bulacaksın). Hayal gücüyle soğan-sarımsak tadını kafanda canlandırıyorsun, bin bir yeminle gerçek köfteye benzetiyorsun.
Ramazan sofralarımızda vazgeçilmez, çorbadan önce yenilen “topa” diye bir Ramazan yemeğimiz var. Normal şartlarda, yani bugün, tuzlu kaymak eritilir, içine pide parçalarını bandıra bandıra, tabağın üzerine pideyle hep sekiz şeklini yazıla yazıla yenir. Savaş ‘topası’ ise az süt tozu, az un, kıyabildiğin kadar yağ, tuz, su ile karıştırılıp ısıtılır. Çorba, bildiniz. Sade pirinç çorbası. Baharatsız, yağsız. Ardından pilav. En son börek. Savaşta iki çeşit pirinçli börek vardı. Birini patatesli böreğe benzetiyorduk, haşlanmış pirinç, kara biber, tuz karışımı yufka içine sarılırdı. İkincisini peynirli böreğe. Haşlanmış pirinç lapamsı olacak, içine az sirke veya bir kaşık kuru maya konulur, bekletilir. Hava durumuna göre bir kaç saat ile bir iki gece arası. O lapamsı pirinç bozulmaya yüz tutmuş lor peynirin kokusunu alınca, yufkaya sarılır. O da yağsız. Yok çünkü. Böreğin yanında hoşaf veya vişnab servis edilir normal şartlar altında. Savaşta zerde yapılırdı. Zerdeçalsız. Varsa tarçınlı. Bir kere kullandığın tarçın kabuğunu kurutup bir sonraki zerdeye saklarsın. Savaş biraz daha sürseydi, tarçın kabuğu miras konusu olurdu. Kahve, kavrulmuş çekilmiş arpa, geçer yani. Hakiki kahveye en çok benzettiğimiz kavrulmuş nohuttu. Kimi Minas, kimi Robusta, kimi de Arabica’ya benzetiyordu bu nohut kahvesini. En kötüsü kavrulmuş yeşil mercimekten yapılandı. Yeşil mercimek yemekleriyle kahve hatıraları bile bir haftalık iştahımı kesiyor. Savaş sonrası bu 21 yıl içerisinde bir kere bile yeşil mercimek almadım. Almak ne, markette gördüğümde başımı çeviriyorum.
Çoğu zaman elektrik yoktu, sular da akmıyordu. Yani, haberiniz olsun savaştan önce evlerimizde elektrik, su, kanalizasyon tesisleri vardı, oturduğum mahalle Osmanlı dönemi Saraybosna’da ilk kurulan medrese ve kütüphanenin bulunduğu mahalle. Elektriklerin suların kesilmesi de bir nevi silahsız savaş. Yoksa makineler de vardı. Çamaşır, bulaşık. Evin içinde yer işgal ediyordu yani.
Neden yazıyorum bunları; çünkü savaşta bile iftar davetlerimiz vardı. Komşuları, arkadaşları, akrabaları iftara davet etmek bir barış rüyasıydı. O sıralarda içimizde barış gerçekleştiriyorduk. Evimize çok yakın oturmayan eşimin yakınlarını iftara davet ettiğimde (onlar zaten kayınvalidemin oturduğu semtte oturuyorlar) on kişi bizim eve geleceğine tencerelerde tepsilerde hazır yemekleri torbalara alıp benim oraya gitmem daha makul geliyordu.
Rahmetli amcam da yardım etti. Dört beş kilometre yürüdük. Eşim karargâhta, gelemez. Baklavamsı bir tatlı da yaptım. Ceviz yerine kepek kullanmıştım, annemin verebildiği kadar yağ ve şeker… Ve hiç ağır gelmiyordu, zor gelmiyordu. İnşallah bir gün daha güzel olur. O günü görsek. Biri görecek ama. Gideceksek, imanla, ihsana gidelim… Kilometrelerce uzak yerlerden evlerimize su getiriyorduk. El arabalarıyla, el arabası olmayanlar ellerle. Fakat bulaşıkları yıkamak kolaydı, her şey yağsız çünkü. Tencerelerin dibi de tutulmazdı, hayır bu herhangi keramet değildi, odun yetersizliğinden, her tencerenin tavanın üstünde itinayla bekliyorduk. En azından bugün de bu iftar davetlerinde ısrarlıyım. İçimde bir iyilik, bir Ramazan güzelliği kalsın diye.
Savaş Ramazanlarımı başka bir sebepten anlatmak istedim. Barışta Ramazan savaşları ağrıma gidiyor. Yıllar önce bir Ramazan’da etrafımdaki arkadaşlar arasında bir boşanma salgını tuttu. Başka bir yıl bir iftar sofrasından ayrılan misafirler ev sahiplerine o kadar güzel iftiralar yağdırmaya başladı ki kulaklarıma inanamadım. Hani, falancanın evinden çıktık, hep beraber gidiyoruz, falanca filancanın orucuyla, örtüsüyle, sakalıyla, iftar sofrasıyla, sosyal medyada paylaşımlarıyla, paylaşımların olmamasıyla ilgileniyoruz. Yorumluyoruz. Hükmediyoruz. Kendimizle, nefsimizle mücadele etmemek için. Oyalanalım diye. Elin tepsisinde pirincin taşlarını ayıklayalım.
Koltukların efendileri çalışanlarını görevden uzaklaştırıyor. Neden? Ne hakla eleştirmiş ehli olmayan yakınını bir makama yerleştirmesini. Orada da burada da medyalarda görüyorum: Rektörler eşini dostunu enstitü sekreterliğine, bölüm başkanlığına tayin ediyorlar. Hani bir odacı olsa, şöyle kenarda bir memur, temizlikçi falan… Yok, doğudan tepeye çıkarıyorlar, müdürlük başkanlık veriyorlar. Hiç utanmadan. Rahmetli babam bizi müdür olduğu okula kaydetmek bile istemiyordu. Okulu eve yakındı, gittiğimiz okuldan daha güzel, hocaları daha başarılı… Asla, onun çalıştığı okula gitmemize bile izin vermezdi.
Müslümanlar birbirlerini abluka altına alıyor, birbirlerine iftira atıyorlar. Yağmur gibi fitne yağdırıyorlar. “Müslümanımsı” bir şeymiş bunlar. Birbirlerini yemek, öldürmek, birbirlerine şiddet uygulamak için silah alıyorlar. Kazanan taraf da malum. Malını satmak isteyen her çareye başvurur.
Kurumun, kuruluşun, devletin parasıyla iyilikler yapılır, iftarlar düzenlenir. Nadir olanlar kendi cebine, kendi hesabına elini uzatıp veriyorlar. Evvelsi gün burada bir istisna duydum: Biri Visoko’da bir dükkâna uğramış, dükkân sahibine veresiye defterini sormuş, kimin ne kadar borcu varsa ödemiş. Kimliği meçhul. Anonim kalmayı tercih etmiş. Ümitvarım yine. Bu haber günüme, Ramazanıma güzellik kattı.
Bense barışın kalmasını, her yerde barışın devam etmesini istiyorum. Barışın olmadığı yere de barışın gelmesini. Sadece içimde o savaş ramazanların hissiyatını, o dönemin itikadını, ihsanını, imanını özlüyorum. Barış olsun derim. Barış daim olsun. Ya Selam, nefsimizle olan savaştan galibiyeti, selameti ver cümlemize.