Saraybosna’nın karlı günleri ve kitap fuarı

Nisan yağmurları, savaş günlerini hatırlatıyor. Meteorolog değilim biliyorsunuz, fakat dışarıda kar yağıyor, yazmak için aklıma kardan başka bir şey gelmiyor. Üşüyorum. Kardan dolayı mı, genel durumdan mı, başka sebeplerden mi ben de bilmiyorum. Nisan’ın sonunda kar olur mu diye sorarsınız. Bir önceki hafta bahar değil, hemen hemen yaz havası varken aniden kar yağdı. Çiçek açmış meyve ağaçlarının, mosmor ve bembeyaz leylakların üzeri karla örtündü. Biz ancak bu şekilde kârlı çıkabiliyoruz bu dünyada. Kârımız kardan ibaret. Dünya kârı zaten öyle; erir gider. Nisan’da da, Mayıs’ta da, Haziran’da da karın yağdığını hatırlıyorum. İlkokul beşe geçeceğim yaz, 31 Ağustos 1976’da, Ramazan sonunda, rahmetli amcam Nusret’in evine iftara davetliydik. Rahmetli yengem Devla da müthiş güzel yemek yapardı, ben de iştahsız bir çocuk olmama rağmen bu iftara seviniyordum. İlk oruç tuttuğum Ramazanlardan biriydi. Yani, kar konusunda da tecrübem var, her mevsimde gördüm. Yani yaşım var, belli.

Siz de asıl konuya geçmeden, birinin kulağına hoş gelmeyek sözler söylemeye hazırlanırken hava durumunu konuşuyor musunuz? Yani, hava durumu bahisleri kimseyi incitmez, kırmaz, dolayısıyla bir girizgâh onunla yapılır. Yoksa eski Arap kasidelerinin başında asıl konuya geçmeden mevsim tasvirleri var diye mi ben de bu şekilde açtım konuyu?

Neyse, fazla dolanmayayım: Saraybosna Kitap Fuarı açıldı. Kitap fuarına sevindim, hem yeni kitapları göreceğim, satın alacağım için (bu arada Prof. Dr. Kerima Filan hocanın “Bosna’da Türk Dili” başlıklı kitap yayınlandı, Osmanlı dönemi Boşnak yazarlarının eserlerinde Türkçe’nin özellikleri büyük bir özenle incelendi), hem de fuar için Türkiye’den gelecek dostları göreceğim diye. Bir de birkaç ay içinde çıkmış göremediğim kitaplar var. Bosna’da yayıncılık ayağa düştü; gençler arasında kitap ilgisi giderek azalıyor, gençlerin arasında edebiyat meraklıları bile daha çok e-kitapları okuyorlar. Sırbistan ve Hırvatistan pazarları daha geniş, oradan da yeni kitaplar geliyor, vergisiz pulsuz satılıyor. Yerli yayıncılar ise tüm vergileri ödemek zorunda. Telif hakları, tercüme söz konusu ise tercüme masrafları, mizanpaj, tasarım, tahsis, matbaa, kitapçılara komisyon… Tirajlar düşük, kitabın alıcısını bulup alnından öpecekleri kalmış. Bu yüzden Türkiye’nin Kültür Bakanlığı’nın başta TEDA projesi olmak üzere, ilgi alanım Türk edebiyatını tanıtma gayretlerini çok değerli buluyorum.

Yerli yayıncılar da tercüme piyasasını biliyorlar, kimin kabiliyeti, bilgi birikimi nedir biliyorlar, kitap çevirttiriyorlar. Fakat bu yazının telif sebebi başka; çok önemli bir yazarın en önemli eserlerinden biri dilimize tercüme edildi. Sevinmesine sevindim, eseri bildiğim için kimin tercüme edebileceğini düşündüm, zor bir eser… Baktım, kitabın kapağında bile birinci sınıf öğrencisinin yapmayacağı tercüme hataları var! Mütercimin ismine baktım, şükrettim, tanıdığım biri değil, bu kişinin öğrencim olmadığına da şükrettim. Kitabın içeriğine baktım, imla hataları her taraftan fışkırıyor, kaynıyor kitap. Bir de cümle yapısı hiç dilimizin kurallarına uygulanmamış. Anlaşılmamış, yanlış tercüme edilmiş cümleler… Edebiyat bu ya! Hem de ciddi edebiyat! Tarık Tufan’ın kitaplarını tercüme ettiğim zaman yazarı rahat bırakmazdım. Falanca kelimeyi hangi anlamda kullandın (anlambilim bir araştırma alanım) türünden mesajlar atıyordum; bir kelime için, bir cümle için anlam nüanslarını saatlerce arıyordum. Bu kadar emeğe, kâğıda, zamana, matbaaya, mizanpaja yazık!

Sinirlendim, fikrimi soran yayıncıya da düşündüklerimi söyledim. Mütercime de söyler misiniz, evet söylerim dedim. Onuruma dokundu, yirmi yedi yıldır bu meslekle uğraşıyorum bu ülkede, bu şehirde, bana bu edebi türün en güzel örneğini soran arkadaşlara söz konusu eserin ismini veriyorum. Şimdi millet benimle de alay eder! Epey kendimi toparlayamadım, gözümün önünde hep bu kitabın kapağı ve kapağındaki hatalar titriyor. Mütercimi olacak kız geliyor, tanıştırıyorlar bizi. Ben de hemen siz mi çevirdiniz, bu çeviri bir işe yaramaz, berbattır diyorum. Kız bana öfkeyle bakıyor, yanında bir kadın, annesi olsa gerek. Kızım üniversite mezunu, nasıl böyle şeyler söyleyebilirsiniz diyor. Haddimi bildiriyor, benimle tartışmaya kalkışıyor. Kız bir taraftan annesini teselli etmeye çalışıyor, diğer taraftan ben konuşmaya devam ediyorum: Bu edebi tercümeleri yıllarca yapan hocalar var, arkadaşlar var, tecrübeli olanlar var, neden danışmadınız diye soruyorum. Hani bu meslektir, şerefli bir meslek, öğrenilir. Danıştım diyor. Kiminle danıştınız diye sorulara devam ediyorum. Ondan bir iki yaş büyük bir meslektaşına danışmış. Hani hocalar, hani ben de varım, sizden bir şey talep etmiyorum yeter ki gelesiniz, sizinle biraz çalışırdım. “Sizin varlığınızı hiç bilmiyordum, sizi duymadım” diye cevaplamasın mı? Artık konuşayım mı konuşmayayım mı karar veremiyorum, eleştirmeye devam edersem kibrimden mi devam edeceğim, prensipten mi ayrıt edemiyorum. Aklıma Ali Hazretleri gelmiş, yani Mesnevî-i Ma’nevî’de geçen bir Ali hikâyesi. Cenk esnasında düşmanı yere savurduğunda, tam kılıçtan geçireceği an, düşmanı yüzüne tükürmüş. Ali, Allah rızası üzerine olsun, Zülfikar’ını kılıfına bırakıp adamın hayatını bağışlamış. Vursaydı, vuruşunun intikam olacağının korkusundan düşmanını vurmamış. Sustum.

Eserin, yayıncısının, mütercimin isimleri önemli değil. Fakat bir işi yapmak isteyen, onu meslek edinmek isteyen bu işi profesyonel yapmalı. Biri helal kazanç isterse, mesleği tercümanlık olsun, tornacılık olsun, cerrahlık olsun, ne olursa olsun mesleğine başlamadan onu öğrenmek zorunda. Edebiyat tercümanlığı öylesine, kaynak ve hedef dilini bilmekten, konuşmaktan ibaret değil. Bu meslek için okumak, metni anlamak gerekiyor. Belli bir edebiyat türünden eserlere hâkim olmak. Her iki dilde. Tercüme ederken, daktilo hatalarının çıkması normaldir. Birkaç cümlenin de kaynak dilinin tesirinde kalıp hedef dilde devrik çıkması kabul edilir. Metni kalburdan geçirecek, onu tashih edecek biri olmalı. Edisyonunu yapacak biri de. Sayfa düzenini de. Tasarımını da. Ondan sonra neşriyat, tanıtım, dağıtım. Tek kişilik ordu yapamaz bütün bunları. Ve yapamayacağını bilmeli, söylemeli. İşin bir kısmına hâkim olsa bile, niyeti temiz olsa bile, akıbeti kötü olmasın.

Edebiyat, hele de Türk edebiyatı, hele de edebiyat ustaları amatörlük hak etmiyor, buna katlanmam mümkün değil. Yukarıda zikrettiğim kitap tek örnek mi? Keşke… Başka kitapçıkları da gördüm, Google Translator’dan geçirilmiş sanki! Bastırılmış, hem de Türk edebiyatını tanıtmak amacıyla! Onlarda iki düzgün cümle bulanın alnından öperim! Bir iş yapılacaksa ya doğru dürüst yapılsın ya da hiç yapılmasın. Yahut işin ehli bu mesleği yapmak isteyenlere bir eğitim versin. Bu eğitim düdüklü tencereden çıkacak bir şey değil, suçiçeği gibi de hocadan öğrenciye bulaşmaz, sabır ister, emek ister. Öğrenmek isteyenler varsa eğer. Öğretmek isteyen, öğretenlerin varlığını biliyorum. Evet, gerçekten bir şey yapılacaksa ya adam gibi yapılsın ya da hiç yapılmasın. Güzel yapanlar yavaş mı bitiriyorlar? Google Translator’dan çıkan tercüme hemen çıkıyor ama hiçbir işe yaramaz. Masraf mı? En pahalısı hakarettir, en pahalısı yüz kiri. Bunu genel olarak edebiyat, özellikle Türk edebiyatı hak etmiyor. Türkiye de hak etmiyor. Otuz yıl bu meslekle uğraşanlar da, bizim kuşaktan önce bu edebiyat tercümesini yapanlar da hak etmiyor. Hiç olmazsa, bu mesleklerini icra ederken para pul düşünmedikleri için, çoğu zaman beş kuruş olsa bile emeklerinin karşılığını alamadıkları için biraz saygı lazım. Yapay olsa bile.

Kar, tepeyi örtsün diye değil, vahşi hayvanların izlerini bıraksın diye yağıyormuş.

Benzer konular