Rahmetli Kadriya eniştem vardı. Soyadı Kočo. Koço okunur. Küçük halam, rahmetli Sehiya’nın eşi. Trebinje’li. Müthiş iyi, sevimli, sessiz, gökyüzü kadar mavi gözlü bir adam. Tarih mezunuydu. Eh, herkesin ailesinde tekrar tekrar anlatılan anekdotlar var. Bizim ailede rahmetli Kadro eniştemin en komik anekdotu şuydu: Üniversite öğrenciliği tam ellilerin sonuna denk geldi. Yugoslavya Komünist/Sosyalist rejiminin ergenlik dönemi. Rejimin ergenliği olur mu? Tabii ki olur. Ergenlik derken, rejimin kafasında akıl tam oturmamış, taşlar henüz yerine gelmemiş, ama bedende acayip güç ve gösteriş isteği. İşte o. Neyse, o yıllarda, eniştem sınavına tam hazırlanmamış, daha doğrusu şansını denemek için sınava girmiş. Önemli mesleki sınavlardan biri değil, milli savunma gibi bir sınav. Sınavlar sözlü, hocanın önünde duran küçük kâğıtlarda daktilo edilmiş sorular çekilir. Rahmetli besmele ile üç sorusunu çekmiş, hiçbirini bilmiyor. İyi adam dedim, pek de oyalamaktan anlamaz, uydurmaz, yuvarlak konuşma da tarzı değil, bir de heyecandan bildiği bir şey varsa, onu da unutmuş. Kem-küm diye bir şey başlamış, olmuyor. Hocanın elindeki index’e (üniversiteliler için öğrenci karnesi gibi, öğrencinin kimlik bilgileri ve fotoğrafı bulunan defter) bakıyor. Hoca da bir indeksine, bir yüzüne bakıyor. O dönemde Parti’de (Parti derken, Tek parti, Yugoslavya Komünist Partisi tabii ki) çok yetkili biri vardı. Adı Kosta Popoviç. Lakabı Koça. Belgrad doğumlu, aydın, yazar, II. Dünya Savaşından önce Parti üyesi, general. O zaman Yugoslavya Dışişleri Bakanı, az değil. Hoca da bir enişteme bakıyor, bir de ismine: “Peki, arkadaş, yoldaş Koço Popoviç neyiniz oluyor?” diye sormuş. Eniştem de hocasının bu kadar saçma sorusunun ciddi olamayacağını kavrayıp, kendisi de zeki bir Hersekli, her şeyi espriye bağlamak için: “Amcam” diye cevaplamış. Hoca da bunun üzerine “Teşekkür ederim. Saygıdeğer amcanız, yoldaş Koço’ya saygılarımı iletin” diyerek eniştemin index’ine iyi bir not yazmış. Eniştem de sınıfın önünde sözünü çekmesinin, espriyi açıklamasının daha zararlı olacağını düşünmüş, haksız elde ettiği geçer notu kabul etmiş.
Bu olayı babamların yanında bir kere anlatması yeterdi. Hayat boyunca en ufak başarısı, pazardan güzel domates alması veya “Minibüsü hiç beklemedim, hemen geldi” demesi üzerine bile: “Eh, senin işi kolay, madem amcası güçlü, her yerde torpili geçer” diye dokunuyorlardı. Yine de markette pazarda kazık yedi mi: “Ha, amcan yüzünden avam senden intikam alıyor” diyordu bizimkiler. Tabi, bizim ailede herkesle ilgili bir anekdot, hayatında espri ve dokundurma konusu olacak bir hikaye vardı. İşte çocuklukta -yanlışlıkla olsa bile- önemli birinin yeğeni olmanın ne olduğunu öğrendim. Daha doğrusu komikliğini. O zamanlarda da torpille sınavını geçen, torpille devlet işine tayin edilenler vardı. Fakat, torpille geldi, falanın yeğeni, işinin ehli değil diye bunlara kimse önemli bir iş yaptırmazdı.
O zamanlardan hafızamda kalan bir fıkra: Yugoslavya, uzayda hayat var mı diye araştırmak üzere bir uzay gemisini yollamaya karar vermiş, uzay gemisini en gelişmiş teknolojiyle donatmışlar, gemide bol miktarda köpek maması, biri dişi biri erkek iki köpek, bir de falan yoldaşın yeğeni. Köpekler de gemi kaptanlığına eğitilmiş. Uzay istasyonuna vardıklarında, yeryüzü ile irtibat kurulunca aşağıdan emirler gelmeye başlıyor: “Lesi, sen A bölümüne gir, 12-HJ ve 8-90-K komutlarını çalıştır.” Lesi havlamış, A bölümüne girmiş, verilen görevi yerine getirmiş. Ceki, sen B bölümüne gir, 12-34-O ve 8-12-H komutlarını çalıştır. Ceki de havlamış, B bölümüne girmiş, görevini yapmış. Üçüncü mesaj: Yeğen, sen köpeklere mama ver, bir de sakın ha bir şeye elleme.
Demek istediğim, her zaman nepotizm vardı. Hazmedilmese de yutulur. Güçlü parti üyelerinin yeğenleri, kuzenleri, baldızları için iş yerleri vardı. “Elleme, sakın ha” kuralı da geçerliydi. Ve yeğenler, kuzenler, baldızlar içinde iş yapacak, işin ehli olanlar vardı. İşin ehli de, yoldaş-hane ehli de maaşını alıyordu. Yani, iş bölümü olmasa da bir gelir bölümü oluyordu. Bir yoldaşın yıldızı parlarken, yeğeninin de parlıyordu. Şansı yaver olmayınca, ilk hisseden yeğenleriydi. Bunu çok erken yaşta fark ettik. İşin ehli, devlet rejimine muhalif olsa bile, lazım olur. Fazla yüksek sesle bağırmazsa tabii ki. Namazına, orucuna, kiliseye gitmesine göz yumulur. İşini yapar en azından.
Mesleğinin ehli olma sistemiyle donatıldık. Tam bilgisayara bir program donatırcasına annemle rahmetli babam içimize bu sistemi donatmışlar. Bu sistemin içinde amcaların, dayıların, eniştelerin, hala ve teyzelerin neye yarar bilme programı da vardı: Hafta sonları ortak aile yemekleri, bol eğlence, espri, bayramlarda elini öpmek ve verilen bayram harçlığını almak. Tatil günleri kuzenlerle oyunda zaman geçirmek için evlerinde yatıya kalmak. Lazımsa onların ev işlerinde yardımcı olmak (benden bu konuda kimseye pek fayda olmamış, itiraf ediyorum, kendimi ablamla kuzenim Belma’ya borçlu hissediyorum. İki temizlik fırtınası yanında geberek duruyordum.) Burada liste bitiyordu.
Akraba ve aile dostları arasında “bir yerde” biri olsaydı, “asla teyze veya amca deme, bay bayan, makamında asla sen olmaz, siz diye hitap et, bildiğini tanıdığını belli etme” diye tembih edilirdik. Kimse bir yerde torpil kullandığımızı düşünmesin. Kuyrukta bekleyeceksin, sağlık ocağında da sıranı bekleyeceksin… Aksine, günaha girersin. Aksine, birinin hakkına girersin. Bunun da hesabı verilecek. Evimizde ahlak eğitimi bunlardan ibaretti. Veya bizim ahlak algımız bunlardan ibaretti.
Neyse, zamane yeğenlere gelelim. Ah seviyoruz yeğenlerimizi. Hala, teyze, amca, dayı olan bilir, anlar beni. Kıramıyoruz yani. Şükür ki makamı mevkii olan biri değilim, yeğenlerimi ne isterlerse yapardım. Maazallah. Kalabalık bir aile değiliz, şükür. Ablamın bir kız bir oğlan iki çocuğu var. Kız gazetecilik ve halkla ilişkiler mezunu, oğlan sahne sanatları. Fakat birinin canı pilot veya cerrah olmak isterse, hadi teyze tayin et beni dese… Nasıl gönlünü kırarım yani. Kıyamazdım. Kaç insanın canından olmasına sebep olurdum… Şükür ki makam mevki sahibi değilim. Yok, o kadar değil. Ben de onlara sakın ha, yeğen, sen elleme derdim. Unvanını, şöhretini, maaşını al da yapma. İşin ehli yapsın derdim. Ameliyatı da tercümeyi de romanı da en iyisi yazsın. Filmi de belgeseli en iyisi, işin ehli yapsın. En iyisini yapsın, çünkü vasatlığı hak etmiyoruz. Sen elleme, yeğen… Sözümden çıkmaz yeğenlerim.
Tam yazımı bitirirken aklıma başka bir şey geldi… İnanın, tüylerim diken diken oldu korkudan. Hani, yetkili biri olsam da biri gelse, bir yerde kendini yeğenim tanıtsa… Kendisine bir iş emanet edilse, bitiminde törenler yapılsa, hani önemli olan benim hatırıma… İş hem fenada hem bekada beni utandırsa, vatana, millete zarar verse, “kral çıplak” diyecek biri olmasa… Sahte yeğen tabii ki ismimi, itibarımı korumaz… Sen elleme desem de dinlemez! Nesi olurum ki itibarımı korusun? Maazallah! Allah beni makamdan, mevkiden, para hırsından ve vasatlıktan muhafaza etsin. Gerisi kolay. Mücadeleyi öğrendim.