Yazının başlığını koyalı bir gün geçti ama altına hiç yazı yazamıyorum. Hayranlıkla başlığa bakıp neye daha çok bayılayım diye karar veremiyorum: Başlığın ta kendisine mi, onu üreten zekâma mı, her sesinden fışkıran neoosmanizme mi, yoksa İslam aktivizminin minder modeline mi? O kadar ki bekâr olsaydım, yaş farkına dikkat etmeden, kendi kendime evlilik teklif ederdim. Sosyal medya üzerinden, özelden ama. Geçici evlilik yani, çünkü küresel ağ hariç olmak üzere, başka türlü herkese ve her şeye uzun süreli bağlılığı korumak na-mümkün gözüküyor.
Efendim, bu rezaletin hedefi veya telif sebebi tarik-ı medya-yı cemiyye’nin kollarının çoğaldıkça, onlara ait evrad-ı herif avrat-ı herifle karışınca, ortalık o kadar birbirine girmiştir ki, mevcut hali anlayabilmek gayesiyle bunların tespitleri ve tanımları yapmaktır. Yanlış anlaşılmasın, fakirenin görevi, maazallah kuralları oluşturmak veyahut hüküm vermek gibi bir şey değil. Sadece şahit olarak gördüklerini tasvif etmek. Evradlar da kollara göre oldukça benzerlik taşıyor. Avratlar da. Özçekimlerindeki cihaz üzerinden benliğe, benlikten de el aleme öpücük yağdıran dudaklara dudaklarla. Burada beni ilgilendiren Müslüman kimliğini ön plana çıkaran sosyal medya mensupları. Tıklaya tıklaya cennete varmak isteyenler. Allah’a sosyal medya aracılığıyla ibadet yapan, dua edenler. Sanki Allah gönüllerindeki, dillerindeki, zihinlerindeki dertlerini bilmez, sosyal medya üzerinden ibadet yapanların dualarını kabul ediyormuş. Dualar altında takipçilerin âminleri, tam bir sanal cemaat andırıyor. Fatiha veya salavat toplayanlar. Bu kolun adı Meclis-i zikir der halka-i medya-yı cemiye olsa gerek. Beğeniler, kalpler, gözyaşları… Orda cezbeye nasıl varılır, emin değilim. Bir de <3 tuşlarından ibaret emotikona gönül mü denir, kalp mı, yürek mi. Türkçem yetersiz, anlarsınız.
Başka bir kol bu siyasi İslam aktivistleri. Hani, mazlum insanlar için yakınanlar, katliam fotoğraflarını paylaşanlar, fotoğraf ve haber kaynaklarını, yayınlama tarihini araştırmadan bilgileri pek sorgulamayan empati dolu kardeşler. Paylaşılan fotoğraflara ve haberlere kendilerinden de zalimlere beddua ilave eden üzülmüş dindarlar. Evlerinin salonlarında, odalarında, ofislerinde oturarak sosyal medya üzerinden İslam âlemini kurtaranlar. Elektronik cihazlarından en şiddetli beddua, dünya sorunları en hızlı çözümü, zalimleri yargılama ve verilen ceza ağırlığı ile aralarında yarışan Müslümanlar. Bunların eski modelleri kriz bölgeleri için yürüyüş yapıyorlardı. Gün boyunca bir meydanda toplanıp açık havada bir siyaseti, zulmü, şiddeti kınıyorlardı. Açık havada geçirilen gün, piknik yerine sayılır, ailece dışarı çıkılır, eş dostlarla görüşülür, bir de para harcamadan. Zulüm altında kalanlara, katliamları yaşayanlara faydası var mı? Suriye için tıklanan bir beğeni, bir gözyaşlı emotikondan faydası var mı Suriyeli çocuklara? Yıkılmış ev tekrar yapılacak mı tıklamalarımızla? Bombardıman enkazları altında kalan annesinin cesedi tekrar hayata kavuşacak mı? Şarapnelin kopardığı kol tekrar yerine gelecek mi yürüyüşlerimizden?
Mağdurların dini ne olursa olsun, ırkı ne olursa olsun, insanın empati duyması kadar insani bir şey yok. Fakat gösterilen empati yüzünden kendini bir şey yaptığını, mağdurlara bir katkıda bulunduğunu saymak, insani görevini bunula telafi edilmiş olduğunu saymak insanlığın yüzüne leke kondurur. Yani kemikten, kaslardan, kandan ve ruhtan ibaret insanın yüzüne. Sanal insanın yüzünü henüz tanımadım. Sanal olan kendimle yüzleşmemiştim. Hele de grup içinde ağır sözler sarf ederek kendi aralarında kınama şiddetiyle yarışmak, bununla da üstümüzden sorumluluğun kalktığını iddia etmek… Myanmar’da katliamları yaşayan, sürgün olan insanların (bu sefer, acep, insanların Müslüman olduklarını fark ettim) faydası yok bizim paylaşımlarımızdan, yürüyüşlerimizden. Yaşanmış bir savaş tecrübesiyle konuşuyorum: Bir günlük kaderimizi paylaşmaya gelen insanları hatırlıyoruz. Somut destek verenleri. Siyasi destek veren siyasileri, buraya kültür etkinliklerine katılmaya gelen aydınları. Dünya kamuoyuna gerçeğimizi anlatan gazetecileri. Yalanlarla değil, gerçeklerle. Katliamları daha ciddi ve daha kötü göstermek amacıyla başka bir zamanda ve başka bir yerde yaşanmış katliam fotoğraflarını paylaşmadan. İyi niyetle söylediğimiz yalanlar ortaya çıkınca, gerçek acılarımız inandırıcı olmayacak. Sanki insan sayısıyla, kalabalığıyla, niteliğiyle ölçülüyor katliamlar. Hani masum bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibi bir şey olduğuna inancımız nerde? Bir, on, yirmi masumun ölümünü az mı görüyoruz ki ilavelerle, sayılarını büyüterek zulmün boyutlarının altını çizmek istiyoruz? İftira ettikse, zalime de olsa, ona da zülüm yapmış oluyoruz. Hele de bununla insanlık görevini yerine getirdiğimizi iddia etmek… Bu intikam da değil, mazlumlara destek de değil, sadece kendimizi avutmak, zaaflarımızı, acizliğimizi en kaba boyutlarıyla göstermek. Büyük bir hiç olduğumuzun göstergesi. O kadar.
Üçüncü kol ise yargıçlar. Bireysel veya gruplar içinde sosyal medyada diğer insanların günahlarını, hatalarını, inanç derecesini, imanını, ihsanını ölçüp yorumluyorlar. Henüz bu işlem için hangi mobil veya dijital uygulamadan istifade ettiklerini kavrayamadım ama bunların sorgulamaya aldıkları insanların, özellikle tanınmış olanların cennete mi, cehenneme mi gideceği tahminleri veren programları varmış gibime geliyor. Bence, bu alanda banko açmaları lazım, uğraşları boşuna olmasın, dünyada bundan üç beş kuruş kazansınlar.
Hep de İslamiyet’i korumak adına (sanki İslamiyet’i Peygamberiyle gönderen Allah dinini korumazmış gibi) Müslümanlığı korumak adına el alemin sorunlarıyla uğraşıyorlar. Özüyle uğraşmaktan, kendi işleriyle uğraşmaktan kaçmak için. Somut bir şey yapmaktan. Kendi mesleğini en iyi şekilde icra etmekten, evine helal lokma getirmeye gayret etmekten, konu komşuya yardım etmekten, ailesine, karısına, ebeveynlerine karşı en iyi olmaktan kaçmak için.
Bu rezaletlerin hepsi benim rezaletlerim. Sanal ve gerçek dünyamın rezaletleri. Bunlardan dolayı kendimi şiddetle kınıyorum, affedersiniz, size bakmaya vaktim yok.