Bosna’da Sırp referandumu konuşuluyor. Referandum’da küçük entite olan Republika Srpska sakinleri bölgenin bayramları hakkında oy vereceklermiş. Dayton Anlaşması’na aykırı, Bosna Hersek Anayasa Mahkemesi böyle bir referandumun Anayasa’yı çiğnediğini belirtmiş. Bölgeden Boşnak ve Hırvat sakinleri savaş sırasında sürgün edilmiş, kaçmayı beceremeyenler öldürülmüş. Srebrenica soykırımı, Prijedor, Banja Luka, Trebinje, Nevesinje, Gacko, Foça, Rogatica…. Savaştan önce Boşnak Müslüman nüfusunun çoğunluk olduğu bölgeler etnik temizleme sonucunda Republika Srpska olarak adlandırılmış, Dayton Anlaşması’yla Bosna Hersek devleti Bosna Hersek Federasiyonu ile Republika Srpska olmak üzere iki entite bazında düzelenmiş. Federasyon ise, koltuk sayısı çok olsun diye, kantonlara, kantonlar belediyelere ayrılmış, hepsinin meclisleri, milletvekilleri, kanton hükümetleri, bakanlıkları, bakanları, vekilleri, yardımcıları, danışmanları, sekreterleri var. Bosna Hersek’in toplam nüfusu 4 milyon kadar. Bakan veya milletvekili olmayan kimse var mı sorarsanız, var diyeyim. Burdayım. Bir de işim var, Devlet üniversitelerinin birinde. O’na şükür, işsizler de çok. Çalışıp da çalıştığı şirketten maaş alamayan da çok. Yatırım az. Turist olarak gelen dostlar köfte, börek yiyerek gözyaşlarını döküp gidiyorlar. Referanduma gelince, referandumla bayramın ne alakası var sorarsanız, soykırımda inşa edilen bir siyasi oluşumunun özerklik kazanmasına, Sırbistan ile birleşmesine bir adım öteye. Peki, Dayton Anlaşmasına garanti veren uluslararası kurumlar ne yaptı? Şimdiye kadar Sırpların, Milorad Dodik’in ve diğer şerefsizlerin Anayasa ihlaline karşı gösterdikleri tepkiyi göstermişler. Omuzlarını silkip de kınamaya benzeyen bir şey fısıldamışlar. Hiç yani. İt ürür, kervan yürür.
Bu günleri Türkiye’de, tatilde geçirdim. Nereye kımıldarsam, annem arıyor, durum nasıl, merak ediyoruz, gerginlik hissedilir mi diye soruyor. Ne gerginliği annem?! Darbe girişimi sonrası- diyor. Terör saldırıları da varmış, medyadan takip ediyor. Bu dev’e bir şeycik olmaz diyorum. Millet de, devlet de güçlü. Bir ay kadar sokaklarda, demokrasi nöbetlerinde kararlılıklarını gösterdiler, şimdi herkes işbaşında. Her yerde her şey var. Annem inanamıyor. Allah’tan bu marifetli cihazlar çıkmış, fotoğraf çekiyorsun, klip çekiyorsun, gönderiyorsun. Gözlerine inanamıyor kadın, yine de mutlu. Türkiye’nin, devletiyle, milletiyle bu kadar güçlü olduğuna seviniyor.
Gündem bende çok çabuk yıpranıyor. Müsaade edersem, beni de yıpratacaktı. Dolayısıyla gündemi değil, daha çok ebedi değerleri düşünüp yaşamayı seviyorum. Arada bir gülmeyi ve güldürmeyi. Madem ki buraya geldik, fıkra anlatayım bari.
Bir (özel ve uluslararası) ilkokulda bir öğretmen öğrencilerine ‘Benim ailem’ konulu bir kompozisyon vermiş. Ertesi gün küçük Muyo (bizim fıkra kahramanı, isterseniz Temel diye okuyabilirsiniz) ödevini getiriyor, öğretmen inceliyor ödevleri, sınıfın önünde Muyo’yu övüyor, ödevini okutuyor.
‘Bizim evde dedem, babaannem, annem, babam, ablam, erkek kardeşim ve ben varız. Kedimiz de var. Çok uslu. Onu severken, Şakirde diye hitap ediyoruz. Dün Şakirdemiz yavrulandı. Üç yavrusu oldu. Çok sevindik. Dedem, ninem, annem, babam, ablam, kardeşim, kedimiz ve yavruları, hepimiz hizmetteyiz. Böylece çok mutlu bir aileyiz’
Öğretmen gururdan uçuyor, tekrar Muyo’yu övmüş… Müdür ağbiye, yardımcısı ablaya, herkese Muyo’nun ödevini anlatmış. Başarılı öğrenci hikayesi ağızdan ağıza, kulaktan kulağa gitmiş, bir hafta geçmemiş bölge ağbisinin kulağına gelmiş. Ağbi de sakin durmaz, falanca okul ziyaretine, Muyo’nun sınıfına gelir.
Öğretmen gururlu bir şekilde Muyo’yu kaldırıp, bölge ağbisinin yanında kompozisiyon okutacaktı, az değil be, bölge ağbisi… Öğretmen de önünde parlak istikbali görüyor, belki ilçede abla olur, belki de bölge ablası… Az değil diyorum. Neyse, Muyo ayağa kalkar, sırtını düzeltir, öğretmen peşin peşin mendilini gözyaşlarını hazırlamış, bir okumaya başlasın cezbeleneyim diye.
‘Bizim evde dedem, babaannem, annem, babam, ablam, erkek kardeşim ve ben varız. Kedimiz de var. Çok uslu. Onu severken, Şakirde diye hitap ediyoruz. Dün Şakirdemiz yavrulandı. Üç yavrusu oldu. Çok sevindik. Kedi yavruları hariç olmak üzere, dedem, ninem, annem, babam, ablam, kardeşim, Şakirde, hepimiz hizmetteyiz.’
Öğretmenin boğazında tıkınmış: ‘Muyo, ne oldu, geçen hafta okuduğunda kedi yavruları da hizmetteydi?!’
‘Öğretmenim, Cuma günü kedi yavrularının gözleri açılmış…’
Burada Cuma günü gözleri açılmış kedi yavrularıların sayısı arttı mı bilmiyorum.
Gözleri açılıncaya kadar, tedaviye devam edilmeli. Pahası ne olursa olsun.
Gözlerini açmayan ve açtırmayanlar bir tarafa… Aklıma, rahmetli Aliya Nametak’ın ‘Sarajevski Nekrologij’ (Saraybosna Ölüm Yazıları) adlı kitabında geçen efsane vaiz, hafız Burek’in tövbe vaazı geliyor. Visoko’daki bir caminin kürsüne çıkmış, tövbe vaazını veriyor. Ayetleri, hadisleri dile getiriyor. Bir de: ‘İnsan, canı burnuna gelinceye kadar tövbeye gelebilir… ama oraya kadar bekleyenin anasını sattım.’ diye bitiriyor.