Zamane çocuklarına bakıyorum: Ellerinde tabletler, velilerinin akıllı telefonları falan… Elden bırakmıyorlar. Kulaklarında kulaklıklar, yetişkinlerin kendi aralarında konuştuklarını duymasınlar. Hatta kendilerine hitap ederken bile yetişkinlerin sözlerini duymasınlar. Eve girer girmez Wi-Fi şifresini talep ediyor, evin bir köşesine yığılıveriyorlar. Dokunmatik aletlerde parmaklarıyla şehirler inşa ediyorlar, ötekilerin şehirlerini yıkıp asker ve sivillerini öldürüyorlar.
Oğlumun kuşağı bilgisayar başında kendi oyunlarını oynardı. Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadıkları insanlarla oyun oynarken, onları candan, silahtan, evden ediyorlardı sanal dünyada. Şehirlerini yıkıyorlardı. Oyun işte derdik. Aynı odada bulunan kardeşi/arkadaşı/kuzeni umrunda değil, hiç tanımadığı birinin yapısını yıkar, onu öldürür. Oyun işte, ötesine gitmeyeyim şimdi.
Biz çocukken, ilkbahar gelince daha çok dışarı çıkar, sokakta oynardık. Diğer mevsimlerde de gündüz serbest zamanlarımızı kar, kış, sıcaklık, yağmur, ne olursa olsun sokaklarda geçiriyorduk. Bizim de oyunlarımız vardı, hatırlarsınız.
Kışın (madem ki Bosna’da kışlar uzun ve karlı) Saraybosna’nın yokuşlarından kızak kayardık. Kuşağımdaki hemen hemen herkesin kızağı vardı, bir öncekiyse evde ne varsa, tepsiyi, karton parçasını kızak yerine kullanırdı. Okul çantası da biçilmiş kaftandı, hem sırtında taşımıyorsun, hem de her kızaktan hızlı. Mektebe (dini eğitim camilerde verilirdi, ona da mekteb veya meytef derdik) giderken, Elifba kitabını, ilmihali veya Mushafı çantadan çıkarıp başın üstünde tutarak çantaya kızak vazifesini verirdik. Çığlıklar, kahkahalar. Önceden bize veya arkadaşlarımıza yapılan bir kötülük karşılığında intikam amacıyla ötekilere hafif tuzaklar kurardık. Aklı başına gelsin diye. Mesela boş kızaklarını kaydırırdık, güya tesadüfen… Kar topu oyunları da aynı. Beğendiğin çocuk seni beğenmiyorsa veya arkadaşının beğendiği arkadaşını beğenmiyorsa havalılığını kar toplarıyla kırmaya çalışırdık. Kıskanç da vardı. Hani kıskançlıktan çok imrenme. Özellikle herkeste olmayan kızak modelini arkadaşlarla paylaşmak istemeyen, yüksek notlarıyla hava atan çocuklara karşı bir kıskançlık (ya da imrenme) intikamı.
Bu kızak kayan çocuklar yetişince rakiplerinin ayaklarını kaydırmayı adet edinmiş. Veya intikam olarak ders vermek amacıyla ayak kaydırmaları olmuş.
İlkbahar, yaz ve güz mevsimlerindeyse sokak oyunlarımız daha farklıydı. Bildiğiniz saklambaç mesela. Özellikle biz okulda çok başarılı olanlar ebe oluyorduk. Ötekiler bizden daha pratik, daha çevikti, saklanacakları yeri iyice bilirlerdi. Ebe de oyun boyunca ebe kalmaz, benzer birini bulur ebeliğini devrederdi.
Olgunlaşmış ebeler saklanmış, zor işlerini devretmek için bucak köşelerde gizlenen oyun arkadaşlarını bulmaya çalışmayı âdet edinmişler.
Körebe keza. Ebe takımı genellikle saf inek öğrencilerden ibaretti. Bu sefer, yetişkin iken ebenin gözlerinde, sadece hayal gücü ile, kendi tasavvuruyla gözüne koyduğu perde varken ömrü boyunca eski oyun arkadaşlarını tanımaya çalışıp duruyor.
Köşe kapmaca. Birilerini kovalamaya devam. Delikanlı veya genç kız iken sevdiğini, derslerini, sınavlarını kovalıyor. Tam ebelikten kurtulduğunu, olgunlaştığını düşündüğünde ya işini bitirmeye, ya hakkını vermeye, ya makalesini yetiştirmeye, ya ebenin mutfak dolaplarını ya da evinin badanasını yapmaya, yahut ebeyi muayene etmeye çalışıyor. Ebelerin kovalamaları bitmiyor.
Birdirbir. Aniden kendini eğilmiş halde buluyorsun. Diğerleri üstünden atlıyor. Bu sefer, çocukluğunda olduğu gibi, kafana tekme atmamak için eski özeni göstermiyorlar. Dikkatleri dağılmış mı nedir, ama durum öyle.
Yetişkinlerin yakar topları daha da acımasız. Öteki takımdakileri candan etmek, oyundan çıkarmak için yapılmayan kalmıyor. Hadi, öteki takım diyelim ötekileştirilmiş. Oyuncular artık kendi takımlarında oynayanları koruyamazlar.
Akşamleyin evde oynardık, inek takımının en başarılı olduğu “isim, şehir, ülke, nehir, dağ, hayvan, bitki, eşya” oyununu. Bu oyunda başarılı olanlar hâlâ her şeye hâkim. Ancak genellikle puanlarını ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Sözcük bulma da çok komik oluyordu. Bugün ise bulduğun sözleri sarf ederek bildiklerini açıklayamazsın. Çünkü kabahat sende, anlamayanda değil.
Evde sessiz olmamız gerektiğinde “sağır telefon” oynardık. Fısıldayarak yanındaki oyuncunun kulağına bir sözcük söylüyorsun, kendisi senin söylediğine bir kelime ekler yanındakinin kulağına söyler, o da bir şey ekler yanındakine fısıldar, göz kaş arasında cümle oluşur. Zincirin son halkasına gelince cümle sesli telaffuz edilir, kulaktan kulağa aktarılan kelimeler artık tanınmaz haldedir. Çocukluğumuzda bu cümlelere gülerdik. Bugün bu cümleler başımızın ağırmasına sebep oluyor.
Çocukluğumda oynamayı en sevmediğim oyun müzikli sandalyelerdi. Nadiren bir sandalye kaptığım oluyordu, hep oyun dışında kalırdım. Daha doğrusu bir sandalye kapma hevesim yoktu, dışardan izlemeyi daha çok severdim. Belki de gizlice birini tutuyordum; en başarılı, en çevik olanın son sandalyeyi kapmasını haklı buluyordum. Olgunlaştıkça, yetişkinler arasında oynanan bu oyun seneden seneye daha çok midemi bulandırıyor. Müzik dinletenin taraftarlığı bir yana, oyuncular arasında acımasızlık, ayak kaydırma, müzik ritmine saygısızlık… Sırf kısa bir süre için bir koltukta oturmak uğruna.
Biz de hep bildiğimiz, tanıdığımız, muhabbetimizin olduğu insanlarla oynardık. Sevdiklerimizi, mutluluklarımızı, nefretlerimizi, kırgınlıklarımızı oracıkta gösterirdik. Bunlar da sadece oyun devam ettiği kadar devam ediyordu. Kıskançlı olduklarımıza küçük hınzırlıklar yapardık. Hakkımızı çiğneyenlerden hafifçe intikam alırdık. Ders vermek için. Ertesi gün, oyunlarımıza dalarak hayata devam ederdik. Ve şimdi bak, gör halimizi oyun gerçek hayata dönüşünce.
Bu küresel köyde yaşayan, yazımın başındaki zamane çocukların istikbalini, yetişkin hallerini düşünmek bile korkutucu. Oyunlar gerçek hayata dönüşünce ne olacak?