Nisan geldiğinde baharın da gelmiş olduğu artık belli oluyor. Bir iki soğuk gün daha atlanır, sonra yeni bir enerji gelmesi beklenen bir şey. Saraybosna hariç. Nisan, yıl boyunca unutmaya çalıştığımız kabuslarımızı yeniden canlandırıyor. Gözlerimizin önüne geçmişte yaşadığımız sahneler geliyor.
Yağmurlardan çimenler yeşerir. Ağaçlar da. Tepelerdeki bahçeler canlanır. Nisan yağmurlarından. Biz Saraybosnalıların gözleri de yaşarırdı, eğer gözlerimizde yaş kalmış olsaydı.
Nisan 1992-Kasım 1995 arası, 34.200 saatlik uzun bir gün. Birbirine yapışmış saniyeler, saatler, olaylar, ölümler, ayrılıklar… Anlıyorum deme; görmeyen, yaşamayan anlamaz. Şükür ki görmedin, Rahim ve Rahman olan başka kimseye de bir daha göstermesin. 11.541 ademoğlu canından edildi. 1601’i çocuk. 50.000 yaralı. Nüfusu 400.000 civarındaki bir şehirde. Paneller, konferanslar, savaş şarkıları, kütüphane yokoluşları, konserler, tiyatro gösterileri, sempozyumlar, yağsız, tatsız düğün pilavları arasında. Düğün pilavı ile günlük yemek olarak yediğimiz pilav arasında isim dışında herhangi bir fark yoktu. Hayal gücüyle en yenmez şeyin en lezzetli yemek olduğuna, en ölümcül hastalığın tedavi edilebildiğine, en korkunç zülmün cezalandırılacağına, barış geldiğinde her şeyin güzel olacağına, adaletin geleceğine inanıyorduk. Bizi ayakta tutan bu inanç, bu hayal gücüydü. Ölüm ve kalım mücadelesinin bir arada, garip bir uyumda, bir dengede yaşadığı Saraybosna’da. Kulağımda Magbet grubunun “Mnoge ce majke…” şarkısı:
“Bu savaş senesi sonunda, gerçek kayıplar hesabını öğrendiğinde, birçok arkadaşın barikatlarda sonuna kadar kaldığını öğrenirsin. Bir gün sıcacık baba ocağına döndüğünde biri senin, biri bir kahramanın iki can yaşayacak içinde. Birçok anne savaş karanlığından dönen gazi oğlunu karşılar, bazıları da gözü yaşlı yapayalnız evine döner. Bu savaş senesi sonunda kimsesiz kaldığını öğrendiğinde büyük ilkeler uğruna eski arkadaşlara ateş ettiğini anlarsın…”
1 Mart 1992 olaylarını unutsak bile, Nisan onu da beraberinde getiriyor. Başçarşı’da Sırp ırkçı sloganları atarak halay çeken bir Sırp düğün alayı. Meçhul şahıslar tarafından düğün alayına ateş açılması, damadın babasının öldürülmesi… Bağımsızlık referandumunun olduğu gün. Ertesi gün sonuçları açıklanacaktı. Aynı gün ilk Saraybosna barikatları. Sözde, damadın Nikola Gargoviç adlı babasının öldürülmesi ilk barikatlara ve Bosna savaşına sebep oldu. Ne sebep, ne bahane ama…
Mart ayında unutsam bu olayı, Nisan yağmurlarıyla geliyor. Geçen senenin sonbaharında, bir Ankara meydanında sloganlar eşliğinde çekilen halay ve ardından gelen feci terör saldırısı bu sahneleri gözümün önüne getirmişti. Ancak Ankara iktidarı kendilerini protesto eden insanları sahiplendi. Çünkü onlar da protesto ettikleri iktidarın başında bulunduğu devletin evlatlarıydı.
Kalemim de gözyaşlarım gibi kurudu. Yazamıyordum. Bosna savaşı sırasında, kuşatılmış bir Saraybosna’da, nasıl oldu hatırlamıyorum, ancak üstad Sezai Karakoç’un kalemini bırakmış olduğunu duydum. Masum insanlar ölürken edebiyatın ne anlamı var gibi bir şey demiş olduğunu. Savaştan sonra duyduğumun doğru olup olmadığını araştırmadım. O sırada önemi de yoktu. Bunu bir destek, bir anlayış ifadesi olarak yazılmış yüzlerce kitaptan daha manidar buldum.
Ahmet Kot, Mustafa Ruhi Şirin, rahmetli Mehmet Lütfü İkiz, Rıfat Ahmetoğlu, Nezir Dinler, Hüsnü Kılıç, Süleyman Gündüz, Hüseyin Kansu gibi tanıdığım (veya o günlere kadar tanımadığım) dostların gündeminden Bosna’nın bir türlü çıkmadığını unutamam. Telefon çalıştığı günler aramalarını, radyo amatörleri aracılığıyla ulaşma gayretlerini… AA muhabiri Birol, foto muhabiri Caner, TRT kameramanı Sinan, muhabiri Mehmet… Daha sonra Hakan Albayrak’ın (hangi tv kanalı adına geldiğini hatırlamıyorum), rahmetli Münire ablanın, Şerif Turgut’un gelişleri Türkiye’de unutulmadığımızı gösteriyordu. Hatice ablam, Seza ablam, Karamürsel’deki Özkütler, Erdoğanlar… Savaşın, evet, güzel bir tarafı var. Uzakta olan insanların da dostluğunu, fedakarlığını, samimiyetini en iyi şekilde görebilirsin. Yıllar sonra devam eden dostluklar, yeni derin dostluklara sebep olan dostlar. Her an tebessümüme sebep olan dostlar. Dünyamın külleri içinde açılan solmaz güller.
Savaşın, derim, güzel tarafları var. Ölümün gerçekten nabzından daha yakın olduğuna şahit oluyorsun. Çıplak candan başka dünyevi bir şeyin yokken, değerler gerçek değerler oluyor. Diğerlerini düşünüyorsun. Empatin var. Tanıdığın tanımadığın insanları evine kabul ediyorsun. Evin nasıl döşenmiş? Boş ver, odun yokluğunda en prestij İtalyan mobilyası da en ucuz yerli koltuklar gibi yanıyor, aynılar. Halılar? El işi mi, fabrika işi mi? O da yanar bir gün! Hele de nasip olursa. Kariyer? Makam mevki hırsı? Her an Azrail bu hırsını en komik şartlar altında durdurabilir. Bir de başkasının hakkını düşünüyorsun; üstündeki markaları, altındaki aracı düşünemezsin. Nerde? Neye yarar? Allah ne verdiyse ikram ediyorsun. Son parça ekmeği, bir baş soğanı paylaşmaya hazırsın. Bir ton balığı konservesini aldığında bayram şenliği yapıyorsun, kim varsa ziyafete davet ediyorsun. Rezzak ismiyle rızık veren tekrar verir, nasibin varsa. Hani, abdestli elimizi Kur’an’ın üzerine koyarken Müslüman olduğumuza yemin edip var gücümüzle bağıran, İslamiyetimizle iftihar eden biz, savaş olmadığı, acı olmadığı günlerde de bu şekilde yaşamak, ihsanda bulunmak zorunda değil miyiz?
Omar’ın bir şarkısı: “Eh, gökyüzü bi açılsa, yukarıya çıkan arkadaşlarım bir geri dönse… Gazetelerin arka sayfalarında arkadaşlarımın resimleri. Benim de kuşağım gökyüzünde yürüyor. Birer birer, hepimiz tekrar orada görüşürüz.”
Dünya adaletsizliğinin olmadığı yerde. İyi maaşlar karşılığında insanlık suçunu yargılamayan hakimlerin, çifte standartların, yalanların olmadığı yerde. Ancak orada, O’nun rahmetine kavuştuğumuzda rahat ederiz.
Ankara, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Lahore, Paris, Brüksel… Şehitler, terör kurbanları… Suriye sığınmacıları, Avrupa’ya iltica etmek için can atan ve can veren insanlar… Ege’de boğulanlar… Eymenler, Ahmedler… Saraybosna’da savaş günlerinde yaşadığım hikâyenin tekrarını yaşıyorum. Yıllar geçtikçe daha acı, daha hüzünlü, gözyaşları yerine sadece derin ah çekmeleri… Günler geçtikçe acı artıyor. Yoksa bu yaşamakta olduğum gün 210.364 saatten mi ibaret? Mağara arkadaşları gibi upuzun bir rüyada sonsuz bir kabus görüyorum, güneş hiç doğacak mı sorusu aklımdayken, artık dilimden düşmüyor. Hiçbir şey yapamadığım için daha da çok kıvranıyorum. Her şeyin farkındayım, ama hiçbir şeyi değiştiremiyorum. Çığlığım da artık duyulmaz oldu. Millet-i sagire bir tarafa, duyacak yok, kabul ettim, hayır, sesim ağızımdan çıkamıyor. Gaflet mi bu? İçinde uhrevi ve dünyevi değerleri arasında dengeyi kaybettiğim gaflet…
“Uyan ey gözlerim, gafletten uyan…”
Belki bu nisan yağmurlarıyla bereket de iner. Nasip…