Halk edebiyatımızı, yani Boşnak halk edebiyatını düşünmeye başladım, hatta daldım. Akademisiyken kıllığından soyunarak rahatlıkla yazmak hoşuma gidiyor doğrusu. Sıra çocukluğa ve ninnilere geldi. Kulak-ses yeteneksizliği annemden ve rahmetli babamdan miras bana, yani bu konuda Allah vergisi yok bende, genetik olarak, ne çocukluğumda ninnileri dinledim, ne de kendim oğlumu uyutuyordum. Doğrusu, bir teşebbüste bulundum, oğlumun küçüklüğünde bir hoca, annenin sesinin güzel olup olmadığını, kulağı olup olmadığını umursamayarak, gelişimine iyi geldiği için çocuğa, bebeğe ninniler söylemeli diye tavsiyelerde bulundu. Ben de (kendi şartlarıma göre) genç bir anne olarak bunu olduğu gibi kabul ettim, gece yatarken oğluma ninni okuyordum. Fakat oğlum konuşmaya başlayınca, yattığımızda yalvarmaya başlıyordu: “Ne olursun anneciğim sen ninni okuma, babam okusun”. Allah’tan eşim bu konuda benden daha yetenekli, ninnileri bilmiyorsa da oğlumuza ninni niyetine birkaç sevdalinka, birkaç balat okuyordu.
Ninni ve şarkı söyleme kariyerim böyle sona ermişti. Nasıl başladı diye sorarsanız, bunu da anlatayım. Çocukluğumuzda, özellikle kış günlerinde aile ziyaretleri sırasında evlerde oynardık. Bende bir “ineklik” ta o zamanlarda filizlendiği için amcaoğlumla okulculuk oynardık. Yaşım ya beş ya altı. Benden büyük olduğu için kendisi öğretmen, ben öğrenci olurdum. Matematik, ana dil, çevre bilim, hep başarılı olurdum, fakat müzik dersine gelince… Amcaoğlum bana bir halk şarkısını söyletti, ben de var gücümü kullanarak, sesimin ve kulağımın eksikliklerini sesimi yükseltirsem telafi edeceğimi düşünerek, söyledim. Az değil, amcaoğlumun okulunda rezil olmak istemiyordum, daima iyi not ve başarı peşindeydim, bir de müzik dersinden kötü not almam ayıp olur diye düşünerek kendimi tamamıyla şarkıya verdim. O sırada oturma odasından rahmetli amcamın sesi geldi: “Emir, bırak, dövme kızcağızı” diye bağırıyordu. Az kalsın aile konseyi beni kurtarmaya gelecekti. Gerçek okula başladığımda, müzik dersinde öğretmen bana bir şey söyletecekse kendimi ağlamaya verirdim, eğitim süreci boyunca teorik sınavlarla notumu kurtarırdım.
Belki de imkânlarımın bu konuda ne kadar sınırlı olduğu bilinci beni ninni ve sevdalinka sözlerine itti. Fakat bu yazıyı yazmaya oturana kadar ninnilerimizin içeriğini pek düşünmedim. Hepsinin ortak bir özelliği var: Hem bebeği uyutmak, hem de sözleriyle ona hayır duasında bulunmak. “Uyu oğlum, uyurken de büyü, sana bakarken annen de büyür” sözleri birçok ninnide görülebilir. Başka birisinde çocuğun dindar ve eğitimli olma dileği dile getirilmiş: “Ana oğlunu döver de azarlar, yine de onunla konuşur, babası da oğlunu savunur: Oğlumuzu dövme, azarlama, Ale (Aliya’nın kısaltması, Ali isminin bir variyanti) sokakta değildi, mektebe gitmiş, diğer çocuklara kalfalık yapmış, öğlene kadar hatim indirmiş, öğlenden sonra kitap okumuş.” Başka bir ninnide baba, çocuğun annesine yaşlılığında sahip çıkacağı söylüyor: “Abdestini almaya kalkarsan, Ale senin peşkirini tutar, namazını kılmaya kalkarsan, Ale senin seccadeni serer…”, “Uyu oğlum uyurken de büyü, büyür annen sana bakar iken, illallah, la ilahe illallah, rabbim Allah bize nasip kıl dizarını görmeye, ve cennetin kapılarını, içinde de hurileri, ve cennetin devletlerini, ve cennetin güzelliklerini! La ilahe illallah, Muhammed hak resulallah!” Çocuğun sağlığı ve mutluluğu için ninnilerle de dua edilir: “Gül çiçeğim yapraklarını dökme, tatlı oğluşumu uyandırma, uyu oğlum, sağlığın parlasın, salığınla mutluluk parlasın”. Anneler çocuklarını düşmanlara karşı koruyacak duayı da ninni dokusuna işlemişler: “Atın ayakları altında nallar olduğu gibi senin de düşmanların ayakların altında olsun, zararları sana dokunmasın, kurda ve haramiye dokunsun! Düşmanların dağ başında olsun, çim otlasın, yapraktan su içsin, oğluşuma hiç de dokunmasın, ağaca, taşa zülümleri dokunsun.” Muhtemelen fakir bir ortamda, zor bir zamanda doğurmuş bir çocuğun annesi şu ninniyi dile getirmiş: “Ana oğlunu gül içinde doğurmuş, yanağına gül allığını bağışlamış, onu çimen kuşağına almış, bal arısı oğluşu emzirmiş, kırlangıç da göbek bağını kesmiş, böğürtlen yaprağına sarmış. Ey oğluşum, akşam ne yiyelim. ‘Anneciğim, babam ne severse’, baban sever helva ve poğaçayı, ben severim pura ve tarhanayı.” (Pura: mısır unundan su ile kaynatılarak yapılan bir yemek). Buna benzer bir ninnide, bebeğin ebesi beyaz peri, kulağına kamet ve ezanı okuyan kırlangıçmış…
Kız çocuğuna söylenen ninnilerde, nasibi de düşünülür: “Anne Tifa’yı dağ içinde doğurmuş, ağaçlar da yaprağa karşılamış, beyaz peri ebesi olmuş, arı balla ilk onu emzirmiş, ipek gömlek ona bağışlamış. Gömlekte her ne kadar tel varsa, o kadar iyilik ve hayır Tifa görsün, annesi Tifa’yı sever ve bakar, ancak Tifa’yı herkese vermez. Annesi Tifa’ya bir gömlek biçer, gömlekte iplik sayısını sayar, gömlekte ne kadar iplik teli varsa, Tifa o kadar yaş görsün, Annesi Tifa’yı döver ve azarlar, ve yine onunla konuşur eğlenir.” Nakaratı tahlil olan bir ninniyse şu şekilde: “Ben camiye gider iken, la ilahe illallah, Peygamberimiz karşıma geldi, Beni gördüğünde söyledi: İşbu dünya çiçek gibi, işbu rüzgâr beyaz bahar, ölüme de vakit geldi, kabre yatma vakti geldi. Kabir içinde ne pencere ne mazgal var, sadece Bir Allah vardır. Ben Allah’tan istemiştim, rabbim bana bir pencere, cennet içre bir bakayım, cennet içre devlet içre. Üç alayı orda gördüm, bir alayda hep şehitler, bir alayda hep hacılar, bir alayda hep çocuklar, hep mektepliktir çocuklar. Ellerinde altın taslar, cennet havuzundan su alırlar, annelere içirirler annelere babalara. Orada bir ağaç vardır, onun adı badem ağacı, altındadır İsa Molla, orada diker altın hülle, ne mutlu onu giyenlere! İnşallah, ben giyerim. Orada üç kurban otlar, boynuzları heptir mercan, gözleri de parlak billur, yünleri de ince rüta, ayakları hep sedeften, ne mutludur sahipleri. İnşallah, sahip olurum.”
Bebeğini beşikte uyutan anneler, gördüğümüz gibi, ninnilere eğitici boyutunu katmayı ihmal etmiyorlardı. Çocuğun ilk öğreneceği kelimeler olsun, kelime-i şehadet olsun, tahlil olsun… Bu kadar kısa formlarda dualar da vardı. Fakat, belki Batı medeniyeti çerçevesinde yetişmiş olanlara en şaşırtıcı unsur ninnilerde dile getirilen ölüm, cennet ve baki dünya unsurlarıdır. Bebeğini beşikte sallarken, ömrü için hayır duada bulunmaktan daha doğal bir şey yok. Eğitim, okul, kariyer başarısı için hayır duada bulunmak gibi. Fakat ninelerimiz yüzyıllar önce ninnileri dile getirirken düşmanları ayak altına almak kavramını da, ölüm kavramını da, baki hayat kavramını da dâhil ediyorlar.
Bu şekilde, ninnilere bakacak olursak Boşnakların yaşam felsefesinde, İslamiyet’in ve baki hayatın ön planda olduğunu görürüz. Çocuğa öncelik olarak eğitim, dini eğitim, inanç, feraizlere sahip çıkma, ihsan öğretilir. Bu ninnileri ilk söyleyenler eğitim görmüş kimseler miydi? Üniversiteli, ilahiyatçı nineler miydi? Ne alaka! Gönülleri iman ve ümmet şuuru dolu ümmi kadınlardı çoğu. Doktorasını nasıl yazacaklarını, nasıl geçineceklerini, maaşlarının ne kadar olacağını düşünmeyen kadınlar. Ve evet, ninnilerden gördüğümüz gibi yanlarında yorgun babalar vardı. Onlar da ninnilere iştirak ediyorlardı. Ya biz? Bizim kuşak? Veya gelen, şu anda çocuklarını yetiştiren kuşaklar? Hep de üniversiteli, eğitilmiş, bakımlı anneler ve babalar… Çocuklarımızı susturmak için, ellerine autizme yol açan akıllı telefonları, tabletleri tutuşturuyoruz. Bizi takip ettiğimiz diziden alıkoydukları için bağırıyoruz, hayır dua okuyacağımıza arada bir lanet yağdırıyoruz. (Burada Saraybosnalı bir hafızla ilgili bir efsane anlatılıyor: Çocukluğunda pek yaramazmış bu kişi, bir keresinde, annesi tam beklediği misafirler için yufka açarken mutfağa girmiş ve çarşaflarda kurumakta olan yufkaların üstüne çiş yapmış. Annesi büyük heyecanla oğluna bağırmak istemiş, azarlamak istemiş, yüksek sesle: “Allah sana…” deyince uyanmış, “Hafız olmayı nasip etsin”. İşte bu çocuk büyüyünce Saraybosna’nın en saygılı, en kavi hafızlardan bir olmuş.)
Hiç de uyuma vakti değil yaşadığımız dönem. Bu yüzden, çocuklarımızı uyuturken, uyanık olmamız lazım. Boşnak ninnilerini hatırlayarak, uyanık olmamız.