Çocukken en güzel kıyafetleri mevlitlerde görüyordum. Hayır, cami-tekke mevlitlerinde değil, ev mevlitlerinde. O zamanlarda tiyatroya giderken, çocuk gösterilerine giderdik ve tabii ki yetişkinler gece kıyafetlerini giymiyorlardı. Okulda bir tören varsa, çocuklar beyaz gömlek, lacivert etek veya pantolon, yetişkinler de benzer kıyafetlerle geliyorlardı. Yüksek topuklu rugan ayakkabılar, siyah elbiseler, siyah takım elbiseler ev mevlitlerine özgüydü. Kadınların inci dizeleri, pırlanta yüzükleri, elmaslı dalları mevlitlerde sergileniyordu. Eş-dost, komşu, akrabalar davet edilirdi bu ev mevlitlerine. Evet, bunu da söylemiş olayım, bizim Bosna’da mevlitler ölüm üzerine, yas günlerinde okunmazdı. Bir kutlama, bir mutluluk sebebiyle veya Peygamberimizin doğum günü olduğu için mutluluk ifadesi olarak okunurdu. Mezuniyet, iyi bir tayin, yeni ev, nikâh gibi kutlamalarda okunurdu.
İşte o zamanlarda annemle ve rahmetli babamla giderdim bu mevlitlere. Benim de bir elbisem vardı, mevlitlik. Lacivert kumaş üstünde beyaz çiçekler, beyaz işlenmiş yaka. Süslemenin zirvesi. Ayaklarımda, dışarıda hiç giymediğim lacivert rugan babet… Başıma örtmek için ince, iğne oyalı bir beyaz tülbent. Annemin de benzer tülbendi vardı, sırf mevlitlerde kullandığı. Yaşlı teyzelerin ellerinde beyaz veya krem rengi, bazen de siyah iplikten işlenmiş eldivenler. Eldivenlerin üstüne takılmış yüzükler. Sandıklardan sadece önemli sebeplerden çıkarılan yüzükler. Evet, bizim evlerde ayakkabılarla gezilmez. Sırf Müslüman evlerinde değil, gayrimüslim komşularımızın evlerinde de ayakkabılarla gezilmez. Ancak özel fırsatlar için saklanan ayakkabılar var. İşte mevlitlere o ayakkabılar kutulardan çıkarılır, özenle poşetlere konur, eve girerken terlik yerine ayakkabılar giyilir. Olmasa, süslü, işlenmiş Saraybosna terlikleri. Kalaycisalihoviç’ten satın alınan. O terliğin renkleri elbiseye uyacak, kesinlikle. Mevlide gidiliyor çünkü. Az olay değil, Peygamberimizin doğum günü.
Ve mevlitlerde, adı üstünde, Mevlid okunur. Bir kısmı Türkçe, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden, bir kısmı Geşeviç’in tercümesinden, sonra Reşad Kadiç’in telif Mevlid’inden, daha sonra da Eşref Kovaçeviç’in Mevlid’inden bazı bölümler. Doğum faslında, Başagiç’in Mevlid’inden “Bože Milosni, i mi u Bosni k’o dan radosti mevlud slavimo” (Ey Rahman Allah’ım, biz de Bosna’da mutlu bir gün olarak mevlit kutluyoruz) mısraları, sonra ayakta hep birlikte ve heyecanla Merhaba faslı… “Hoş geldin, Arap milletinin, Arap ülkesinin en büyük oğlu hoş geldin, zayıfları ayağa kaldıracak, kölelikten birçok milleti kurtaracak olan, hoş geldin.” Ondan sonra tarçın ve karanfilden yapılan şerbetler ikram edilir, sizin akide şekeri dediğiniz mevlit şekerleri dağıtılır. Evin gençleri/hanımları bu şerbetleri getirirken, hazirun oturmadan önce elleriyle selamlaşır, salavat getirirken ellerini yüzlerine sürerler.
Sonra Peygamberimizin çocukluğu… (Peygamberimizin yetim olmasına çok üzülürdüm, babasını görmemiş bile, annesini de çocukluğunda kaybedecek diye gözyaşlarımı döküyordum) Hele de annesiyle Yesrib’e giderken Abdullah’ın mezarı başında durduklarını, annesine “Ağla annem, ben de ağlıyorum, bizden birinin orda olduğunu hissediyorum” demesini hayalimde canlandırıyordum. Dedesi Abdülmuttalib’i, amcası Ebu Talib’i dedelerimiz ve amcalarımız arasında arıyordum. Halime, bizim bakıcılarımız gibi biri olsa gerek. Şeyma, Halime’nin kızı, o da hayalimde arkadaşımdı… Ne haylazlıklar yapmış olmalı ki Peygamber onu ısırmış… Yok, o zaman o da çocuktu, benim gibi. Çocuklar arasında bazen kavgalar olur, ben kaçınıyorum gerçi, kimseyi dövmem, ısırmam, saçlarını çekmem, dayak yememek için. Arada bir birini dövesim, ısırasım, en azından saçını çekesim geliyor da işime gelmiyor, kenara çekilmek daha iyi.
Peygamberlik çağına kadar yaşamı, mağaraya gitmesi, ilk vahyi… İşte, sınavlar şu anda bitecek, kurtuluş geliyor diye ümit ediyordum. Ama yok, tekrar inkârlar, alay etmeler… Şu anki arkadaşım Hazreti Fatıma, babasının sırtından bir yığın pislik kaldırıyor. Babasının yanında bir güzel kız. Babasının sırtına pislik kondurmaz.
Mevlid okunmaya devam ediyor, ben de bölümlere göre kendime arkadaş, yaşıt seçiyorum. Hicret’ten sonra arkadaşlarım, Hasan ile Hüseyin. Dedeleri onları severken, beni de seviyormuş gibi. Peygamberin vefatı ardından onlarla birlikte ağlıyorum. Dua okunur, duadan sonra kafalardan ince örtüler çıkarılacak, altından özenle yaptırılmış saçlar görünecek. Börekler, kadınbudu köfteler, Amerikan salatası, salatalık turşusu tabakları, peçete ve çatal-bıçaklar, bunun ardında baklavalar dağıtılacak, yetişkinlere de kahve… Bir düğün gibi mevlitler, bazen Müslüman kimliğimizi koruyan incecik iplik gibi. Bazılar için bir şefaat ümidi, bazılarına da dünya hayatında bir gün farzları yerine getirmeye başlayacaklarının, haramlardan uzak duracaklarının umudu. Kurtuluş umudu. Mutluluk, kutlama dolu törenler.
Çocukken bu ev mevlitlerine bu kadar özen gösterilmesinin manasını anlamıyordum. Fahr-i âlem’in doğumu kutlanıyor, az değil. Her seferinde neden geldiğini hatırlıyoruz. Allah’ın en sevdiği kul, inşallah bir gün gerçekten onun peşinden gitmeyi başarırız. Örneğimiz, önderimiz odur. 12 Rebiü’l-evvel tarihinde, veya o günlerde. Mevlid ayında. Camilerde de mevlitler okunuyor, tekkelerde de. Ama bu ev mevlitlerinin tadı bambaşkaydı. Çünkü Parti üyesi olarak cami tekke gibi mabetlere gidemeyenler de bu ev mevlitlerinde vardı. Onların da gözleri yaşarırdı. Mevlitleri organize edenler onları dışlamazdı. Akraba, yakın biri. Mevlitler düğünlerden daha önemliydi. Bir de Yugoslavya döneminde İçişleri’ne bildirmek zorunda olmadığınız tek dini etkinlik bu mevlitlerdi, onlardan bol bol istifade ederdik. Arada bir-iki kelam, mevlithanlar, hafızlar kısa olarak vaaz da verirlerdi. Camiye falan gitmeyen bir duysun, belki gönlüne değer, etkilenir. Bir dua ezberlese, bir namaza başlasa, bir oruca, belki zekat, hac da kendiliğinden gelir.
Daha sonra camilerdeki mevlitlere gitmeye başladım. Artık giyim kuşam da önemli değildi. Hatta tiyatroya günlük kıyafetle gidilmeye başlandı. Sonra kendime, inadına, ev mevlitlerinde giyeceğim bir “kat” (yani saf ipekten şalvar ile bluz) diktirdim.
Sonra bidat diye konuşmaya başladılar. Sonra namaza duranların sayısı artmış, ama insanlar arasındaki sevgi, samimiyet, Peygamber sevgisi sanki silikleşmeye başlamış. Yok, bu da olmaz. Peygamberimizi, biraz da kendi zahmetimizle, kendi emeğimizle ayakta karşılamamız gerekiyor. En süslenmiş haliyle. Evde en azından, kandil gecelerinde yaptığımız gibi, un helvasıyla tarçınlı karanfilli şerbetin kokusunun yayılması lazım. Peygamberimiz tertemiz evlerimizde, gönüllerimizde tekrar dünyaya gelsin. Hayatını gözlerimizin önünde canlandıralım, çocuklarımız da bu Mevlid heyecanını duysun, kendilerine Peygamberimizi, kızı Fatıma’yı, amcasının oğlu Ali’yi, iki torununu arkadaş etsinler. Bu sevgi, bu bağlılık bir kere hissedilirse, bitmez. Doğrusu, bazen unutulur, olur, fakat kendi kendimizle baş başa kaldığımızda, özellikle zor anlarda yetim geçen çocukluğunu, fakir ve son derece dürüst yaşadığı gençliğini, müşrikler tarafından inkâr ve şiddet gördüğünü peygamberlik dönemini, hicretini hatırlayıp yeniden O’nun yolundan gitmeye başlarız. Şefaatini ümit ederek.
Mevlidimiz Mevlid olsun, Peygamberimiz bir daha içimizde doğsun, içimizde yaşasın. Ki O’nun sünnetine uyalım, ümmetinden olalım. Gözlerimize, gönül gözlerimize bu Mevlid kandil olsun, aydınlık getirsin.