Sevgili okurlar, ben de bir masal anlatmaya teşebbüs edeyim. Hiç denemedim, diyorum ki bir-iki minik masal yazayım. Gerçek kişilerle alakasız, bizim veya sizin toplumumuzla alakasız. İçimden bu masal acısı çıkmayınca rahat edemeyeceğimi biliyorum.
Velev Leminel
Bir varmış bir yokmuş, dünyada Küresel Köy diye bir köy varmış. Bu Küresel Köy’ün köylüleri hep şehirli, hep medeni kesiliyormuş. Haso diye bir köylü de hiç ismini beğenmiyormuş çocukluğunda. Hep annesini babasını eleştiriyormuş, kendisi Müslüman, ismi İslami bir isim değilmiş, hani Haso ne biçim isim diye. Hasan’ın kısaltması derlerse de, bizimkinin kafasına bir türlü oturmuyor. Deden de Haso’ydu, onun dedesi de Haso, onun da dedesi… Yok, bu geleneksel İslam, ben böylesini kabul etmiyorum dermiş. Bir de ismim Kur’an’da geçmiyor, hasenat geçiyor, hüsn geçiyor, Haso ise hiç geçmiyor diye iç çekiyormuş.
Zaman geçmiş, ismini değiştirmeye kalkışmış. İlla ki Kitap’ta geçecek. Tabi Arap alfabesini bilmiyor, ona göre bizim hocalar da bu geleneksel İslam’ı öğretiyorlar, dinleye dinleye isim olarak Velev Leminel seçmiş. Kulağına hoş gelmiş. Mahalle camiinde hoca bu havadisi duymuş, anlamsız olduğunu tarif etmeye çalışmış, beyhude. Eski ismini de sevdirmeye çalışıyorlar, hani ecdat ismi falan, bir de Hazreti Peygamber’in torununun isminin kısaltması. Bir derviş komşusu varmış, kısaltması doğru ama keşke isminin, zatının, dedesinin ismindeki bir noktaya değer olsam mutluluktan uçardım demiş. Hem de ağlayarak. E bizimki orda derviş amcayı ehl-i beyt sevgisinden Şii, mülhit, zındık anlamış, etrafa bu komşusunu İslam düşmanı, dönme, rafizi diye bildirmiş. İyi niyetle tabii ki, çevredekileri tehlikeli unsurlar hakkında uyarmak için. İşte bizim Velev Leminel, bu şekilde tespih zikir okumasından mahalle imamının da kim olduğunu anlamış, onu da elinde olsa yargılayacakmış. Annesi babası zaten ona göre cahilmiş. Ramazan orucunu tutuyorlar da Muharrem ve Kandil orucunu dâhil etmişler diye. Onlarda da rafiziliği anlayıp vazgeçirmeye çalışmış, mademki vazgeçirmemiş onlarla her türlü irtibatı kesmiş, hele de amcalarla teyzelerle dayılarla halalarla… Sormayın! İsimlerini bile duymak istemiyormuş. Kendisini dahi bilmiş, bir de doğru olarak dinini yaşayan tek kişiymiş kendisince.
Evlenme vakti gelmiş, kendisine göre bir kız arıyormuş. Yine de sosyal medyalar aracılığıyla ismen kendine göre bir kız bulmuş. İsmi Minel Aleyna. O da gelenekçilere karşı mücadele davasını üstlenmiş. Böylece Velev Leminel ile Minel Aleyna yuva kurmuşlar. Ve dava için Küresel Köy’ün öbür ucuna gitmişler. Beride sevi kalmış, bırakmışlar onu, yaşlı anne babasıyla, akrabalarıyla… Yanlarında bir miktar nefret, bir miktar yargılama, bir miktar ötekileştirmeyle gitmişler. Oğlanın annesi kafasını pencereye dayayıp bakmış, havanın bulutlu veya sisli olmasından mı, gözyaşlarından mı bilmem, gittikçe uzaklaşan iki gölge görmüş. Çocukluğundan gölge oyununu da hatırlamış, hayalinin elindeki tasvirleri de, kuklaları da. Daha çok ağlamış, “Allah’ım velev Leminel olmuş olsa bile, Haso’mun gönlüne iman ver, doğru yol göster” diye dua etmiş. Haso’nun babasıyla hâlâ pencere başında dönmesini bekliyor.
Fena fi Dr. House
Bir varmış bir yokmuş. Küresel Köy’de (nam-ı diğer Global Village) zengin bir fabrika sahibinin oğlu varmış. Fabrika meşhur tasarımcıların giysilerini, parfümlerini, kunduralarını üretiyormuş. Sarı Bölge’deki işçiler gece gündüz çalışıyor, yaşamla ölüm arasında geçimlerini sağlayabiliyorlarmış. Aslan payı fabrika sahibine gidiyormuş. Bir miktar da bu tasarımcılara, reklam sektörüne, onlara yetecek kadar. İşte bu fabrika sahibinin bir yaşıtı varmış. Arkadaşı mı? Hayır, dost arkadaş tanımaz bunlar! E masal kimin hakkında? Fabrika sahibinin oğlu hakkında mı, arkadaşı hakkında mı? Tabii ki arkadaşı hakkında. Peki neden bu fabrika sahibinin oğlu hakkında sözünü açtım? Masallarda illa ki zengin biri olacak, onun maceraları da olacak. Şimdi benim masallarımda, sosyalist bir toplumda yetişmiş olduğum için, bir paylaşım oluvermiş. Zenginler var, zenginlikleriyle kalıyorlar, öte taraftakiler maceraları yaşıyorlar. Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum ki. Yani fabrika sahibinin oğlunun bu sıradan yaşıtı anne babasının tek oğluymuş. Okul çağına gelince, annesi kıyamamış, okula göndermesi için uyandırmak istememiş oğluşunu. Tam o sırada özel okullar filizlenmiş, hep öğlenci olsun diye özel okula yazdırmışlar. Anne baba gece gündüz çalışıyormuş, okul masraflarını ödemek var az değil. Oğlan da okuldan gelince televizyon başına dikilip dizileri izliyormuş. Gel zaman git zaman, üniversite çağına gelmiş, yine hiç derslere gitmeden, ders çalışmadan özel bir üniversiteden mezun olmuş; kendisi hep televizyon başında. Grey’s Anatomy, Dr. House gibi dizileri izlermiş. Sezon sezon, dizi dizi, sonra tekrarlarını, sonra yine tekrarlarını. O kadar çok izlemiş ki ezberinde hep dizi diyalogları kalmış. Teşhis uzmanı olmuş, akabinde dahiliye uzmanı, bir daha Dr. House dizisinin tüm sezonlarını bir dikişte (pardon bir oturuşta) izledikten sonra ortopedist cerrah, bir daha göğüs hastalıkları, ondan sonra abdominal, bir sonrakinde kulak-burun-boğaz, en son izleyişten sonra beyin cerrahı olmuş. Evini muayenehane yapmış. Bu arada babaanne ve anneanne vefat etmiş, onlardan evler kalmış, satmış bu evleri kendine hastane olacak büyük bir ev almış. Hastane tıklım tıklım, MR falan nedir, çocuk oyuncağı, kendisi bir bakışta teşhis koyuyormuş. İnternete bağlanmış bir bilgisayarı var, gugıllayıp gugıllayıp teşhis buluyormuş, hepsi de doğru. Böyle böyle adam fena fi Dr. House’a ulaşmış.
Kıssadan hisse
Peki bu ikinci masala inandınız mı? Mademki inanmadınız (doğal olarak) neden yabancı dil hocası, filolog, mütercim, tasarımcı gibi meslekler için bunun gibi yollardan geçmiş olanların dizileri izleye izleye meslek sahibi olabileceklerine inanıyorsunuz, işte onu anlamıyorum. Her dil bilen, veya iki dil konuşan mütercim olamaz deyip duruyorum. Dil öğretmeni de olamaz. Her iki mesleğin ayrı kuralları, ayrı eğitim programları var. Her tasarım programlarıyla donatılmış bilgisayar sahibi tasarımcı da olmaz. Her mimarlık programıyla donatılmış bilgisayar sahibi mimar olmaz. Olur da ahşap soba gibi, bir kere yakılıncaya kadar. Bozgunculuğa karşı mücadeleye ömrümüzü adayan biz Müslüman âdemoğulları, dünyada fesat çıkaracaklar diye suçlayan lanetliye inat ettiğimizi düşünürken; bizdendir, samimidir, “falancanın oğlu/kızıdır, yakınımızdır diye na-ehle (amatörlere) belirli önemli görevler vererek şeytanın ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz. Niyetimiz iyi de akıbet…
Osmanlı’nın neden bu kadar uzun süre ayakta kaldığını düşünüyorum. Esnaflar, esnaf locaları, ahilikler… Yani bir düzen vardı. Bozgunluğa karşı mücadele edebilen tek unsur düzendir. Düzen varken işler ehline emanet edilir. Düzen varken devletler kaim olur. Devlet kelimesinin her bir anlamıyla hem de.