Konuştuğunuz her şey mahkemede aleyhinize delil olarak kullanılabilir

Amerikan polisiye dizilerinin sonunda, kötü adamın yakalanmasıyla kahraman polis/dedektif tarafından söylenen bildiğimiz klişe cümle. Sırf Amerikan dizilerine özgü olsa ne güzel olurdu… Hayatın her alanına giriyor, hayatlarımızın her tarafını darmadağın ediyor. Bu cümle değil, neticesi. Veya farklı kişilerin bir kavramı algılaması.

Yıllar önce evimize karı-koca iki arkadaşımız geldi. İkisi de bildiğiniz hipster. Arabalarının markası, donatımı, evlerinin döşemesi, şehir içinde kullandıkları motosiklet, bisikletler, giyim kuşamları dört dörtlük, zevkle seçilmiş, hep marka, imzalı hipster şeyleri. Arada bir, eşimle “keşke imkânımız olsa biz de bunun gibi şeyleri elde etsek” gibi bakışlarla anlaşıyorduk. Ah çekmedik, kıskanmadık, bizim nasibimiz elde olanlar, onların nasipleri o kadar, şükür derdik. Bir de bunlar tam formunu korumuşlardı: cimler, bisikletler, sağlıklı beslenmeler, organikler, seçilmiş restoranlar… İkisi de bir deri bir kemik.

Bahsettiğim olay tam bizim savaş sonrası kilo almaya başladığımız döneme denk geldi. Evimizde bu arkadaşları gören kayınvalidem peşimden “su içmeye” mutfağa geldi, elinde cüzdanı… Gözlerinde yaşlar belirmiş, “Aminacığım, bu arkadaşların durumu nasıl? Hani, ben versem kırılırlar, ama sen bir miktar yiyecek al evlerine gönder… yazık…” demesin mi! Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. “Yok öyle bir şey, durumları çok iyi, bu moda” dedim. Bizim son moda algıladığımız bir şeyi başkası farklı görüyor. Tabii kayınvalidem bu arkadaşlarının geldikleri bisikletlerin maliyetinin o zamanlarda bizim kullandığımız Golf II arabasından daha yüksek olduğunu nerden bilsin… Statü sembolünün göbeğin üstündeki takım elbise ve altında bir araba olduğunu öğrenen biri farklı bir tarzı nasıl anlasın… Hiç de anlamasına gerek var mı? Empati ile meraklılık arasında sınır nerde, hoşgörü ile ilgisizlik arasında sınır nerde…

Neyse, gördüklerimizi anlattım. Hele de konuştuklarımıza gelince… Kaç defa bizzat bulunduğunuz bir mekânda gelişen bir olayı başka birinin ağızından dinlerken, “vay, ben neredeydim bunların olup bittiğinde? Olay mekânında bulundum, gözlerimle gördüm olup bitenleri, gördüklerime mi inanayım, duyduklarıma mı?” diyesiniz geldi? Bir de faili olduğunuz bir olayı başkasına aktardığınızda, kendisi de başkasına aktarırken kendi şerhleri ve zeyilleri eklerse, ne kendinizi ne de olayı tanıyabilirsiniz. Bir de kötü niyetli birine anlatmadığınıza eminsiniz. Güvendiğiniz, bildiğiniz birine. Sizinle bile aynı olayı konuşurken farklı renklendiriyor. Yani, anlambilim açısından bakılırsa, çokanlamlılık bizi mahvediyor. Kötü niyet olmasa bile, ağızımızdan çıkan kelimelerin çokanlamlılığı. İham da. Mübalağa da. Mecaz da. Hadi sen ayıkla pirincin taşını… Hangisi mecaz, hangisi hakikat. Herkese göre farklı hakikat ve mecaz algısı var. Karşımızdakinin algı kapasitesi. Hali. Bu yüzden başkaları hakkında konuşmaktan çekiniyorum. Kendim konuşursam bile, yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatırsam bile, elin kulağına nasıl aktarılacağını düşününce endişeleniyorum. Kimse beni kötü görmesin, havalı, kibirli görmesin diye değil. Kimsenin gözünde öyle kibirli çıkmayayım diye değil. Bunun neticesinde kötü, havalı, kibirli olmayayım. Frenlerim bozulmasın yani. Bir de elin günahına sebep olmayayım.

Hele de verdiğiniz röportajda ses kaydını kullanan gazeteci ata et, ite ot verince, edebiyat dönemlerini, yazarları ve eserler hakkındaki fikirlerinizi karıştırınca, namusunuzdan, adınızdan olmuşsunuz. Soğan yemeden ağzınız pis kokar… Bir de bir yerde kıskançlık, kötü niyet, nefret varsa, fitnenin boyutu nereye kadar gidebilir… Maazallah. Şimdi Osmanlı yazarların eserlerinin hatime bölümünde nadanlardan, cahillerden ve kötü niyetli okuyuculardan Allah’a sığınmalarını anlıyorum.

Bu arada aklıma rahmetli olan bir hocam geldi, Allah günahlarını affetsin. Karısı bir seyahate çıkmış, o da karısı gider gitmez sevgilisini eve getirmiş. Karısı da evde unuttuğu bir şeyi almak için geri dönünce, gördüğünü görmüş, şoktan ve öfkeden bir şey demeden unuttuğunu alıp evin kapısını kapatmış gitmiş. Neyse, yolculuktan döner dönmez ağlıyor, boşanma davasını açmak istediğini söylüyor, nasıl aldatıyorsun falan. Adam da bir şeyi itiraf etmiyor. “Eve girdiğimde seni falanla na-münasebet ilişkide gördüm” diyor kadın. “Asla öyle şey olmaz, ben de masa başında bir şey yazıyordum, odaya girdiğini gördüm, senden ses çıkmayınca acelen var, beni de yazdıklarımdan alıkoymak istemedin diye düşündüm, bunun üzerinden geçtim” diyor adam. Karısı da ağlayarak “Gözlerimle gördüm” diye ısrar ediyor ama adam itiraf etmiyor. “Yanlış anlama, yorgunsun, anlıyorum, alakasız şeyleri görmeye başladığına göre iyi bir doktora veya üfürükçü hocaya kendini baktırırsan iyi olur” diyor kocası. Neyse, aralarına giren bir soğukluk geçmeye başlamış, adam tekrar kendi odasında bir şey yazarken, karısının arkadaşıyla dertleştiğini duyuyor: “İnanamazsın, diyorum. Falan tarihte çocuklarımla deniz kenarına gidecektim, evde bir şey unutmuştum, onu almak için eve geldim, bana eşimin sevgilisiyle olduğu göründü, öfkeyle evden çıktım… Dönünce boşanmak istedim, fakat eşim çarpıldığımı ya da psikolojik nedenlerden bana öyle şeylerin göründüğünü iddia ediyor. İtiraf etmedi, hatta o sırada yazdığı kitap bölümünü gösterdi… Olaydan üç-beş sene geçti, ben hâlâ gördüğüm karabasan mı gerçek mi bilemiyorum.” Hocam çapkınlığını ucuz atlatmış, Allah günahlarını affetsin, başka diyeceğimiz yok. Evliliğini de kurtarmış ama.

Konuştuğumuz her şey Mahkeme’de delil olarak kullanılabilir. Uzuvlarımız ise şahitlik eder.

Benzer konular