Eskiden, çocukluğumda, dindar bildiğim kişilerin her anlamda ahlak örneği olduğunu hatırlıyorum. Ahlaklı olduklarını dilleriyle, mesleklerine, ailelerine, dostlarına karşı davranışlarıyla ispatlatıyorlardı. İster Müslüman, ister Hristiyan olan tanıdığım dindarlar için ahlaklı olması belirleyici unsur olmalıydı. Rahmetli babam biri için, “Tamam, bu dindar” dediğinde her alanda o kişiye güvenebileceğimizin garantisiydi. İşini hakkıyla yapar, çocuklarına iyi terbiye verir, evine helal lokma getirir, içki kumar gibi şeyleri de olmaz…
O zaman insanlarımız pek varlıklı değildi. Geçim sıkıntısı varken, hane ehline ekmek getireyim derdinden, istese de insan içki kumar gibi şeyleri düşünmez tabii ki. Aldatma falan söz konusu olmazdı. Belin neresinde olursa olsun, aldatmanın inanca aykırı olduğunu öğrendik. İster sınıfta, sınavda kopya çekerek hocayı aldatmak, ister evde, ister arkadaşlar arasında birini kendi yararına kandırmak, ister iş yerinde işini aksatmak veya yapmamak, ister eşini aldatmak, bu davranışların hepsi aynı kefedeydi. Dine aykırı, günah, cehenneme götürür. Haşa, karısını/kocasını aldatmak gibi günah yoktu. Maazallah, inkâr da var, ama o cehennemin dibi, Allah en kötü düşmana bile nasip etmesin imansız gitmeyi. Ondan sonra elin hakkına girmek, aldatarak da eşinin hakkına giriliyor. Günah bu. Bitti.
Çevremizde gördüğüm insanlar arasında karısını aldatan falan yoktu. Ne aldatması, başkasına bakamaz bile. Müslüman çünkü… Yoksa Katolik. İnançlı biri ile kızını/oğlunu dünyanın öbür ucuna bırak da rahat ol. Bir şey olmaz. İnançlı “ahlaklı” demek, değil mi. O zamanlarda devlet politikasına göre dindar olmak pek hoş görülmeseydi bile, yani koltuk kapmacası oyununda artı değil, dezavantaj olmasına rağmen, toplumun şuurunda avantajları vardı: İnançlı fertler dürüst olarak biliniyordu. “Allah’tan korkmaz, insanlardan utanmaz” ötekiler karılarını aldatabilirlerdi, yolsuzluk yapabilirlerdi, işlerini hakkıyla yapmayabilirlerdi. Bunlar için hükümler farklıydı. Allah bilir, Allah’a havale ediyorduk. Biz inançlılar örnek olmalıydık. Eh, o zamanlarda inançlıların pek de güçleri yoktu: Parti üyeleri olamadıkları için, kurumlarda yönetici olmazlardı. Sosyalizmde özellikle onlar için para mara da pek söz konusu olmazdı. Gününü geçirinceye kadar.
Ülkede bazı şeylerin aksamasının yöneticilerin ahlak noksanlığından kaynaklandığını düşünüyorduk. Daha doğrusu, öyle donatılmıştık. Allah korkusu, halktan utanç olmayınca, her şey mümkün, her şey geçer. Keşke, diyorduk, inançlı ve ahlaklı insanların eline bir imkân gelse de refah yaşasak. Veya bize dedirtiliyordu. Bir şekilde birilerinin duaları kabul olmuş, birilerinin ahları yerine gelmiş de inançlıların hakları tanınmış. Ellerine iktidar, güç imkânları verilmiş. Kimse bu imkânlarla ağır sınava tabi tutulacaklarını beklememiş. Yoksa biz gerçeği farklı bir şekilde görmeye başladık. “Allah’tan korkmaz, insanlardan utanmaz” olanlar eşlerini de aldatıyormuş. İnançlı olanlarda böyle bir imkân yoktu, değil mi? Eee, bu arada taşlar biraz yerlerini değişmiş. Tanıdığımız inançlılardan bazıları bu konuda da değişmiş. Fakat bu sefer çıktıkları hatunlara “metres” değil, “imam nikâhlı” deniyordu. Şeriattan pek anlamasam da mektepte evliliğin şartları arasında, özellikle çok evlilik söz konusu olunca, ikinci eş almak için ilkinin rızası ve eşlere karşı eşit davranma şartlarını, bir de evliliğin beyan edilmesi gerektiğini öğrettiler. Yeni makam ve mevkiye kavuşunca eski eşini, evini, arabasını beğenmeyen erkekler yenisini buluyor. Bunu da tesadüfen öğrendiğinde “sus, söyleme, bu gizli” derler. Hani, ilk eşinin rızası nerde? Eh işte… Kabul etmez o, biliyorum. Evliliğin beyan edilmesi de şart. Yok ya, hanımımın gönlünü kırmam diyor bizim inançlı. Gönül kırmak Kâbe’yi yıkmak gibi bir şey. Yalanla daha çok birinin gönlünü kırmadın mı? Ötekisi hanım değil mi? Zavallılar böyle idare ederler…
Kimileri buna orta yaş krizi diyor. Yeni model karı veya araba ile aşılır. İmkân olunca. Hani dürüstlük inançlıların belirleyici özelliğiydi? Eşimin dediğine göre “orta yaş krizi diye bir şey yok, inanç ve kimlik krizi diye bir şey var”. Eşyaları doğru adlandırmak gerekiyor. Pahası ne olursa olsun, gerçeği, hakikati söylemek gerekiyor. İnsanlar arasında, ailenin içinde güven, iletişim, sadakat gerekiyor. O kadar. Az ve basit.
Gençler arasında da bu “nikâhlar” yaygınlaştı. Ebeveynlerinin haberi var mı? Yok ama Allah bilir. Bir kıza veya bir oğlana alıcı gözüyle bakanlara duyurulur mu bu evlilikler?! Gizlice sevenlere, ümit besleyenlere falan? Yalanlar ağına giriliyor. Görünürde her şey kurallara göre. “Tam paket” ilişkilerin yeni bir adı olmuş. Nikâh. Dini nikâh. Hani, şeriatın hükmü geçtiği ve eşlere garanti verdiği bir toplumda geçerli olabilir. Nikâh da sözleşme. Hâlbuki ülkemizde (ve ülkenizde) medeni hukuk uygulanıyor, Müslüman dinen devletinin kanunlarına göre davranmak zorunda değil mi? Dârülharp’te bile! Bu gizlice yapılmış dini(msi) nikâhla, bu orta yaş/inanç/kimlik krizine kapılanlar, bu genç çiftler hangi sorumlukları üstüne alıyor? Dinen evliliğin şartlarını getiriyorlar mı dini nikâh olarak adlandırdıkları ilişkilerde? Duygusal yaralar, kırık kalpler, yalanlar arkalarında kalmıyor mu? Boşandıktan sonra mihr verenler nerde? Neyin arkasına saklanıyorlar? İnandıkları Yaradan’ı bu şekilde kandırmayı mı düşünüyorlar? Sadece bir şeyi başka bir isimle adlandırarak, Allah’ın da onu bu şekilde bilmesini mi istiyoruz?
İnançlıların toplum içinde ahlak örneği olduğu zamanları özlüyorum. İnançlıların imkânları, güçleri olmadığı, bazen haklarının da tanınmadığı zamanları. Yanlış mı yapıyorum, bilmem, fakat “Allah’ım sen biz inançlıları fabrika ayarına çevir” çığlık atasım geliyor. Kutlunun, kutsalın yüzünde leke olmayalım.