Kaybolmaktan kurtulmuş kimlik kareleri

Alija Nametak anısına…

Eserlerini okuduğum yazarları genellikle görme fırsatım yoktu. Bazıları ölmüştü, bazıları dünyanın uzak diyarlarında yaşıyordu, bazıları da hayatta olmalarına ve Yugoslavya’da yaşamalarına rağmen biz Saraybosnalı mahalle çocuklarından o kadar uzaktı ki onları televizyon programları dışında görmek imkânsızdı. Nadiren Sırbistan’dan birkaç çocuk edebiyatı yazarı/şairi Saraybosna’yı ziyaret edip biz çocuklarla buluşuyordu. Ancak, romanlarında, hikâyelerinde ne kadar olumlu, iyi ve Müslüman ismini taşıyan bir kahraman aradıysam, boşunaydı. Bu arayışlarımı kimseye ifşa edemiyordum, rahmetli babam, okul arkadaşlarım veya öğretmenlerim dâhil olmak üzere, kimseye Müslüman ismini taşıyan bir kahramanın akıllı, iyi, cesur, karakterli, çalışkan olmadığının nedenini soramadım. İyi birini buldumsa bile, ya sefil, ya ezilmiş ya da akıldan yoksundu. Hayır, bu kahramanlar bana örnek olamazdı hayatımda. Başarılı, güçlü, akıllı, güzel, zayıfları koruyacak, cesur bir kahramana ihtiyacım vardı. Onun da Müslüman olmasına. Diğerlerine karşı kötü duyguları beslediğim için değil, asla, bu ötekileştirme fikri ve nefret bizim evde kökünden yok edilmişti, her türlü pedagojik ve pedagojik olmayan metotlarla. Bir şey söyleseydim, evdekiler bile edebiyatın ideolojik gözlükleriyle okunmamalı diye tembih ederlerdi. Belki de öğretici bir dayaktan sonra. Kamusal alanda, okulda, arkadaşlar arasında söylemiş olsaydım, bu problemleri hem kendime hem de eğitimci babama yaşatırdım. İşte, içimi kemiren bir sorundu bu. Bir taraftan İslamiyet’in neyi öğrettiğini okuyordum, diğer taraftan ulaşabildiğim kitaplarda bunun örneklerini bulamıyordum. Çocuktum ve sadece kitaplarda birazcık özgüven kaynağını bulmak istiyordum. Adım Amina’ydı, benim gibi Müslüman ismini taşıyan bir kahramana ihtiyacım vardı. Bunu çocuklara yakışmayan bir ideolojik tavır olarak görüyorsanız, yanlış. Ben sadece eşit olmak istiyordum.

O dönemin yazarları, eserlerinde çoğunlukla Sosyalist rejimin değerlerini savunuyorlardı. Bunlardan biri eşitlik kardeşlikti, işte kahramanlar arasında bir eşitlik olsun, çok mu şey istiyordum? Hem de ne aradığımı kimseye söylemiyordum. İşte burada bir istisna vardı: Bizim eve yakın oturan, ilkokuldan Feriha adındaki sınıf arkadaşımın dedesi Alija Nametak (Aliya Nametak). Dönemin birinci sınıf yazarları arasında zikredilmemesine rağmen evde kitapları vardı. Orada bizim mahalleleri, bizim çevremizin hayatını, âdetlerini, dilini buluyordum. İyi, esprili, dürüst Müslüman kahramanları da. Kötüleri de vardı, iyileri de. Gerçek hayatta olduğu gibi. Arkadaşımın yanına oyun oynamaya veya ders çalışmaya geldiğimde, dedesinin namaz kıldığını, camiye gittiğini, mahalle imamının yokluğunda namaz kıldırdığını görüyordum. İşte, kahraman yazarın izini bulmuştum. Yazar, müzeden emekli araştırmacı, II. Dünya Savaşı’nda bir ara tiyatro müdürlüğü yapmış, etnolog, etnograf, aydın, bir de camiye gidiyor. Çok sevdiğim tiyatroyla da bağlantılı, birkaç tiyatro eseri de var, demek ki tiyatro sevdalısı olmak sadece ötekilere özgü değil. Biz de varız, bizim de tiyatroya hakkımız var! Bunların hepsinin bir arada olmasının mümkün olduğunun göstergesi. Toplumumuz, imamlar ve hoca hanımlar hariç namaz kılan, oruç tutan kitlenin sadece işçi, esnaf, birkaç mühendis ve birkaç doktordan ibaret değilmiş demek. Benim de ilerde bir şansım var demekmiş.

Gençliğimde kahkahalar içinde defalarca okuduğum Tuturuza ve Şeh Meco romanı… 20. yüzyılın başlarında iki Saraybosnalı arkadaş yıllık izne çıkıyor, Başçarşı’dan yirmi ile otuz kilometre arasında mesafelerde, Saraybosna zenginlerinin ve beyzadelerinin yazlıklarında misafir olarak geçiriyorlar. Yolculukları da, aldıkları zevk de, gördükleri sohbetler ve ziyafetler o kadar güzel, o kadar esprili, o kadar keyifle anlatılmış ki en uzak ve en egzotik yerlere ait seyahatleri aratmıyor. Bir de bizi yazıyor, iyiliklerimizle, kötülüklerimizle, hırslarımızla, gururlarımızla, inançlarımızla, kahkahalarımızla, gözyaşlarımızla bizi, olduğumuz gibi yazıyor. Savaş sırasında da en ağır bombardımanların olduğu günlerde elime bu kitabı alıyordum, yine de kahkahalarla bomba seslerini örtmeye çalışıyordum. Hikâyelerini çoğu zaman gözyaşları içinde okudum. Burada estetik açıdan tarafsız olamıyorum, dönemin edebiyat eleştirmenleri arasında vasat yazar olarak değerlendirildiğinin nedenini sorgulamadım. Kendime okuyucu olarak duygusal olma hakkını verdim, adam hikâye örgüsüyle, dil özellikleriyle, deyimlerle, karakterlerle bizi olduğumuz gibi anlatıyor, bana yeter, vesselam.

Fakat bu yazıya Nametak’ın yazarlığından dolayı başlamadım. Asıl hedefim, etnograf kimliğine değinmekti. Sözlü edebiyat geleneğiyle ilgilenen müze uzmanı olarak birçok saha çalışması sonucunda nadir halk edebiyatı eserlerini derledi. O dönemlerde sosyalist rejimin hamiliğini ve devlet sektöründe yayınevi bulamayan Nametak gibi yazarlar, eserlerini kendi imkânlarıyla bastırmak zorundaydılar. Bu kitaplardan biri Od bešike do motike (Beşikten Kazığa kadar, 1970) başlıklı, derlemiş bulunduğu lirik halk şiirleriydi. Sevdalinkalar, baladlar, romanslar, ninniler… Araştırma yaptığı saha da ülkenin sınırları içinde şehir ve köylerden ibaret değil. Kitabın önsözünde belirttiği gibi, 1965 ile 1970 seneleri arasında her yaz (ailesini tek maaşla geçindirmesine rağmen) Türkiye’deki Boşnak köylerini gezerek Türkiye’de yaşayan Boşnak göçmenleri arasında korunmuş ve Bosna topraklarında hafızadan silinmiş halk şiirlerini derlemiştir. Kitabın arkasında her kaynak kişinin ulaşılabilen bilgileri de mevcuttu. O dönemlerde kayıt yapmak için teknik imkânlar, her iki ülkenin devlet politikaları ve Nametak’ın sınırlı maddi imkânları göz önünde bulundurursa, bugünkü her iki ülke ve her iki kültür için ne kadar önemli, ne kadar değerli bir hizmet yaptığını görürüz.

1970’lerde, Boşnakların etnik kimliklerini Müslüman olarak belirtme hakkına kavuştukları anlarda Nametak, Türkiye’de yaşayan Boşnak muhacirlerin ifadelerini kullanarak, o zamanlarda resmi adı Srpsko-Hrvatski/Hrvatsko-Srpski (Sırpça-Hırvatça/Hırvatça-Sırpça) olan dilimizi gerçek ismiyle (Bosanski) adlandırmaya cesaret ediyor. Kaybettiğimiz değerleri oradaki Boşnaklar arasında buluyor ve bizlere aktarıyor. Burada aktarımdan önemli gördüğüm bir bölümü özetlemeden geçemeyeceğim:

“Dedelerinin Bosna’dan göçtüklerinden (1878-1912) seksen yıl sonra, sadece örf, adet, milli kültür unsurları, dil değil, halk edebiyat eserlerini bile sözlü geleneğinde korumuş insanların mevcudiyetinin farkındayız. Diğer taraftan, son savaş sırasında (1992-1995) dünyanın farklı bölgelerine göçmüş Boşnak çocuklarının günlük dilimizi bile bilmediklerini göz önüne aldığımızda, sistemli asimilasyonun, çok kültürlülüğün yok edilmesi, farklılıkların tanınmazlığı nerede uygulanıyor daha net görüyoruz. Türkiye’de etnik grupların dil-kültür-kimlik unsurlarını unutturmaya yönelik baskın bir asimilasyon politikası uygulanmış olsaydı, bu grupların ortak hafızasında getirilmiş edebi eserlerden yirminci yüzyılın otuzlarına kadar eser olmazdı! Arnavutlar, Çerkezler, Abazalar, Pomaklar, Torbeşler, Romanlar ve Türkiye’de vatan bulan diğer muhacirlerle ilgili durum da tahminlerime göre aşağı yukarı benzer. Çanakkale, İstiklal ve diğer savaşlarda sahip çıktıkları, kan döktükleri toprağın bu göçmen evlatlarının vatanı olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. İşte bu vatanda kültür kimliklerini koruyabilmişler. Ana vatanlarında kaybolan unsurları da. Tabii ki burada herhangi ayrımcılık, ötekileştirme söz konusu değil. Siyasi ayrımcılığa, bölücülüğe de son derece karşıyım. Devlet bütünlüğünü taciz etmemeleri kaydıyla Türkiye’yi zengin kılan, bu kültür ve etnik farklılıklardır. Biz dışardan ve siz içinden bu zenginliklerin, güzelliklerin, farklılıkların farkına vardıktan sonra iftihar edeceğimiz birçok unsurun varlığını hissetmiş, hissettirmiş oluruz.”

Benzer konular