O uzun günün saatlerini birbirinden ayıramıyorum. 5 Nisan 1992 ile 20 Kasım 1995 arasında süren günü. Onun ardından geçenleri de. Bir sis içinden resimler, hatlar gözüküyor ancak. Hakan Albayrak mı aradı, onu da bilemiyorum. Evet, muhtemelen Hakan’dı… Hal-hatır, ev ehlini sorarak girizgâh yaptıktan sonra, ona özgü: “Ablaların ablası, bak, çok ama çooook değerli bir ağabey oraya geliyor. Bir Bosna hikâyesini yazmak, çizmek, çekmek istiyor. Müslüman, tamam mı? Numaranı verdim, oraya gelince seni arayacak. Sen yardım et, tamam mı?” deyip bağırıp çağırmama müsaade etmezdi. Doğru, cep telefonları henüz yoktu, mailler de yoktu, evden aramış olsa gerek. Eh, bağırıp çağırma nerden çıktı dersiniz… Huyum işte, bir de Hakan’ın geniş çevresi var, anlarsınız. Çalışıyorum, mesai var, ev, çocuk… Arada bir de Hakan arıyor, “Bak abla bu çok önemli…” Hatta savaş sonrası bir İstanbul ziyaretim esnasında, henüz normal bir ortamda yürümeyi tekrar öğrendiğim zamanlarda, beni Yeni Şafak Gazetesi’ne götürdü, illa ki oradaki arkadaşlarla tanıştırmak istiyordu. Tanışmasına tanıştım, fakat o zamandan bir isim, bir sima aklımda kalmadı. Hakan tanıştın diyor. Sakallı, gözlüklü falan. Hakan be, etrafında herkes sakallı gözlüklü ne bileyim. Neyse, Hakan’ın yönlendirdiği, önemli, değerli, ağabey dediği adam geliyor, tanışıyoruz, görüşüyoruz.
Adı neydi? Hah, şimdi hafızamda nasıl tutacağımı öğrendim. İsmini Ersoy’dan, soyunu Yunus’tan almış. Tercümanlık yapacak kimseye ihtiyacı var. Yüzünde bir hüzün. Sakalı üstündeki tebessüm gözlerindeki, dudaklarındaki, gözlükleri arkasındaki hüznü örtmüyor. Yaşadıklarımızdan, son savaş sırasında yaşadıklarımızdan hüzünlüymüş. Aliya belgeselini, savaş belgeselini yapmak istiyor. Bir de savaşımızı anlatan, başkanımızı anlatan bir çizgi roman. Üstünde iki beden büyük bir ceket. Yoksa ben mi öyle görüyordum? Hepimiz gençtik, zayıftık, cebimizde günümüzü geçirecek kadar para, ertesi gün Allah ne verirse, bir de anne-babalar bir şey eklerse, ne ala… Akademik kariyerimi yapmaya karar verdim, yüksek lisansa başladığımda savaş çıktı, şimdi tekrar başlamak lazım, ama ilk önce bir yerde açılsın… Yurtdışında yapmam mümkün, fakat evli barklı bir kadın için artık geç. Çocuk da var, kim baksın… Bölüme henüz eski kadrolar dönmedi, derslere girmesem bölüm de kürsümüz de söner. Bir de Hakan’ın yönlendirdikleri… offf. Demek bu da belgesel ve çizgi roman yapmak istiyor. Yaşadıklarımız unutulmasın diye. Geçmişe dikilip kalmak istemiyorum, o uzun günü bir an önce unutuvereyim gitsin. Bu da devlet erkânıyla, ordu komutanlarıyla fotoğraflar çekip kayıplara karışmasın ya… Öyle gelenler de olmuş, yatırım yapma isteğiyle gelenler, hikâye, roman, yazı yazma isteğiyle gelenler. Fotoğraf çektikten sonra bunlardan bir ses çıkmazdı. Doğrusu, ben de soğan yemedim ki ağzım koksun, fakat birilerin yanına getirip tanıştırdığım için utanıyordum. Yani elçiye zeval olmazsa da milletin gözünde ben yandım. Bonus olarak da zaman kaybı.
Demek mütercim lazım. Kim yapsın? Bosnacası da Türkçesi yeterli olanı bulmak mümkün değil. Bosna’da bir Şarkiyat Bölümü, Türkçeyi seçenlerin sayısı zaten az, bilenler ise yoğun. Yok, ben yapmam. Aklıma mesai arkadaşımın medrese arkadaşı İsmet geldi. Üniversite öğrenimini tamamlamaya gelmiş, Sancak kökenli, İstanbul doğumlu, medreseyi burada bitirmiş, ilahiyata başlamış, savaş sırasında evine gitmiş, şimdi tekrar burada. Pekala, İsmet yapsın bu işi. Tanıştırdım. Hüzünlü adam burada birkaç gün kalmış, görüşmeler yapmış. Çok garip bir ikili: İsmet genç yaşına rağmen çok ciddi, yüzüne ne hüzün ne de mutluluk, ne durgunluk ne de heyecan, herhangi bir duygu yansımıyor. Hakan’ınki hüzünlü. Kerbela’dan Bosna’ya kadar tüm ümmet hüzünlerini yüzüne biriktirmiş, bir tebessümle örtmeye çalışıyor. Bundan belgesel çıkar mı? Bağırıp çağıran, çevik, gürültü yapandan bir iş çıkar diye düşündüm. Bir de birçok gazeteci yazar-çizer gelmiş, biz ne anlatsak yine de bildiklerini okuyorlar. Bakalım.
Ardından “Aliya Sen Olmasaydın” belgeselinin danışmanlığını yapmış. Mustafa Kutlu ile birlikte. Metnini İsmail Kılıçarslan’ın yazdığı, Mehmet Fazıl Coşkun’un belgeseli. Birçok röportaj. Osmanlı şehirleri ve Bosna sevgisi.
Ardından kim Akif Emre’nin selamıyla geldiyse misafir etmeye, yardımcı olmaya çalıştık. Referans büyük, hatırı daha büyüktü. İki beden büyük ceketinden bile büyük.
Ne yazarsa yazsın, bir gözü Balkanlar’da, Bosna’da. Bir an zannedersin, artık bizi unutmuş, şimdi Endülüs’te, şimdi Afrika’da, Orta Asya’da… Yok, tekrar dönüyor. Bilgilerini güncellemiş, aynı hevesle, aynı ilgiyle konuya dönüyor. Bu veya şu millete öncelik vermiyor. Adaşı ve kabir komşusu gibi:
Şarkı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim
Hem de oldukça görürdüm… kafa gezdirmezdim!
Bu Arabmış, bu Acemmiş, bu Tatarmış, demedim.
Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim
‘Sarılıp sımsıkı dursaydın a miliyyetine
‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Arabın Türke, Lazın Çerkeze, yahud Kürde
Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın!’
Zamanımızda başka bir dille, başka bir ifade tarzıyla, belgeselleriyle, yazılarıyla söylüyordu Akif. Akif ağabey. Vefatından sonra ilk defa bu şekilde hitap ediyorum. Yoksa bey-hanım diye hitap ediyorduk birbirimize.
Vefatından sonra ağabey diyebilir miyim?
Hüzünlü tebessümle kalmış, cevap vermez bu sefer. Ben ise hissiyatımı yazıyorum. Ani vefat haberini duyduğumda, kendimden bir parçanın koptuğunu hissettim. Yunusça aşk dolu, sevgi dolu kalbi bu kadar hüzne dayanamamış. Ümmetin, insanlığın hüznüne. Peki ya gayrimüslim bir millet zulümlere maruz kalsaydı bu kadar üzülür müydü diye düşünüyorum. Olurdu, kesin. Hele de Müslüman elinden… Onun adına düşünüyorum: Tezat bu, Müslüman olan zalim olmaz, barışta da savaşta da. Olsa da kendini Müslüman tanımlayıp Müslümanlıktan uzak. Bu daha çok üzücü olurdu. Akif Emre insanlık için hüzünlüymüş. Hüznünü yüzünden dışarıya bırakmazmış. Kimsenin canını acıtmamak için. Kimsenin gönlünü kırmamak için. Yunusça. En son “Riyad’da bir Marvel filmi” yazısını yazdı. Kalbi dayanamamış olsa gerek.
Keşke biraz bağırıp çağırsaydı, keşke ümmetin, milletin, insanlığın acısını daha az ve daha yüzeysel hissediyor olsaydı diyorum.
Hakan, sana borçluyum. İyi bir insanla tanışmama vesile olduğun için. Müslüman, tamam mı? Şahit olduk. Seninleyse, Hakan kardeşim, karşılıklı Karagöz Hacivat misali nice mühaverelere… İkimiz birbirimize bağırıp çağırmaya devam ederiz. Bizden ciddi bir iş çıkmasa da, en azından eğlenceli olur.
Müslümanlarda mutlu son ancak öbür dünyada, ebediyette olur. Dünya hayatı hüzünle geçer. Tarık, sen mi söyledin, başkası mı, bilmem.
Gerçekmiş.