Size “Bir bayan olarak ayakkabı numaram 40-41 olduğu için gurur duyuyorum” veya “Kan grubumun A oluşu beni üstün ediyor” veya “Boyumun şu kadar olup da şu kadar olmaması beni ben ediyor” veya “Ne mutlu domates olup da havuç olmayışıma” gibi saçma şeyler söylersem, kesin olarak beni Bakırköy’de sınırsız ikamete gönderirsiniz. Hiç görmediğim rahmetli babamın dedesinin hacı olması, anneannemin dedesinin yörelerinde zengin bir tüccar olması, hiç görmediğim babaannemin sülalesinde herkesin dillere destan güzel olması gibi şeylerle böbürlensem, benimle ilgili en azından “Şeyhülislam Ebussuud Efendi torunluğu taslıyor” demeniz haklı olurdu. Yani, sırf böyle şeylerden dolayı iftihar etmek kadar zavallılık yok bence. Soyu sopuyla, zenginlikle, kendi veya başkasının başarılarıyla ve özellikle ırkıyla iftihar etmek abes. Bir ölçü bulmak lazım: Kimliğini oluşturan şeyleri hiçbirinden vazgeçmeden kabul edeceksin. Fakat utanma sebebi olduğu gibi kibir veya iftihar sebebi olmayacak. O kadar basit.
Çocukluğumda bize biri gelmişti, uzak akraba mıydı neydi, annemle konuşurken ikide bir “Eniştem Rizo” diyordu. İşte halasının kocası Rizo, komünizm döneminde çok büyük bir şirketin müdürlüğünü yapıyormuş. Kızcağızın ne eğitimi varmış, ne de zekâsı, fakat her yerde “Eniştem Rizo” demesiyle kendini önemli gösteriyormuş. Kızın ismini, evimize neden, kiminle ve kim olarak geldiğini, simasını bile hatırlamıyorum. Onunla ilgili hatırladığım tek şey “Eniştem Rizo” demesi, ardından kısa/dramatik bir ara vermesi ve ses tonu. Tizmiş. Sıkıcıymış. Gittikten sonra rahmetli babama “Ne demek bu Eniştem Rizo demesi?” diye sormadım mı? Tabii ki sordum. Belki de akrabalık derecesini sormuştum, meraklı bir kızdım. İşte o zaman öğrendim ki insan, belki gayriihtiyari olarak kendi başarılarıyla övünemediği zaman başarılı gördüğü birinin arkasına gizleniyor. Bütün çıplaklığıyla, çirkinliğiyle, komikliğiyle gördüm.
Esnaf dükkânları önünde yavaş yavaş kahvelerini yudumlayarak köy veya kasabalardan gelen üniversite öğrencileriyle “taşralı” diye alay eden, (ite kalka meslek lisesinden mezun) “beş yüzyıllık Saraylı esnaf olan” akraba ve komşularımı gördüm. Elektrikler kesildiğinde, şehirdeki tramvay çalışmadığında “Hâlbuki Viena’dan önce tramvayımız vardı”, su kesildiğinde “Osmanlı döneminde bile şehirde su ve kanalizasyon vardı” ifadelerini hatırlıyorum. Annemin evde kalmış bir arkadaşının efsanevi güzellik hikâyelerini dinlemiştim. Hatıratlardan fayda olmadığını anlamıştım. Daha sonra genç kız iken televizyonda İslam dünyasında sefaleti, eğitimsizliği, gerililiği gösterdiklerinde fonda annemin sesi, eski zamanları, İslam medeniyetinin büyüklüğünü, İbn Sina, İbn Rüşd gibi büyüklerin dünya bilimine katkılarını, eski şan ve şöhretini anlatıyordu.
Fakirliğe duyduğum empati eski zamanlarda var olup da kaybettikleri zenginlik, refah içimde bir öfkeyle karışıyordu. Mağduriyet. Akıllı olan her zaman mağdur olmaz. Biri “Bir Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz” dediğinde, orada bir şeyin eksik olduğunu anladım. Ya Müslümanlık, ya akıl, ya mağduriyet. Yani, mağdur rolünü üstlenmemeye karar verdim. Rahmetli babam başarıların emeğin yanında yetenek ve Allah ve kul yardımıyla elde edildiğini söyleyip duruyordu. Herkesin de başarısızlığında şahsi kabahati var. Falan öğretmen beni sevmiyor, falan arkadaş beni kandırdı babamın yutabileceği ifadeler değildi. Mağduriyet edebiyatından hep sıfır veriyordu. “Geç onu, yutmam” deyip başarısızlığımın gerçek sebebini sorguluyordu. Ve her zaman kabahat bendeydi.
Daha sonra, yaşım ilerlediğinde, evlerinde şiddet görenlerin kendi evlerinde şiddet uygulamaya başladığını gördüm. En kötü işçiler şef olunca aniden emrindekilere değnek gösterdiklerini, eğitim fakültesinden zor çıkmış öğretmenlerin sıkı öğretmen kesildiklerini de gördüm. Karılarına çektirip de kızlarından gelinlerinden çekenleri. Komşusunun kapısını hiç çalmayıp bir gün aynı komşusuna muhtaç olanları. Ancak hayal edebildiği zirveye tırmandıklarında “bak ne oldum” ile mest olmuş eski dost ve destekçilerini unutanları. Kaynanalarından çekip gelinlerinden intikam alanları. Pennsylvania’dakinin pabucu hariç olmak üzere, uzun yıllar maklubeden başka bir şeyi ağızlarına sürmemiş, yediklerini doğru dürüst hazmetmemiş FETÖ avcılarını da gördüm. Mağdur edebiyatının başkahraman ve figüranları.
Belli bir mesafeden izleyici olarak ibret alıp hüküm vermemeyi öğrendim. İnsanlık hali deyip geçiyorum. Fakat anlamadığım bir şey var; daha doğrusu anlamadıklarım: İkinci Dünya Savaşında soykırım mağduru bir milletin başka bir millet üzerine, kendi topraklarında aynı şiddeti, aynı soykırımı yaşatanları. Tek sebep ve tek bahane ırkları oluyor. Nazilerin uyguladığı soykırım karşılığında Filistinlilerden intikam alanları. Bu topraklardan gidin, gitmeyen Türkleri kılıçla gideririz diye biz Boşnakları tehdit eden Sırpları. Bu toprakların bize ait olduğunu, yedek vatanımız olmadığını, etnik olarak Türk olmadığımızı duymak istemeyenleri. Tarihe veya efsanelere göre Türklerden çektikleri için biz Boşnaklardan intikam almak isteyenleri. Bosna’nın unsuru Boşnak olarak toprağını, evini terk etmek isteyen Srebrenica halkı üzerine “Türklerden intikam alacağız” diyerek soykırım yapanları. Bizi, şaşı da olsa, önemsiz de olsa Boşnak kimliğimizle kabul etmeyen Sırpları, Hırvatları, Türkleri… Dünyanın bir yerine yerleşip ana dilini unutarak Boşnak olduklarını inkâr eden soydaşlarımı. Beni bile benim ben değil de başka biri olduğumu var gücüyle ikna etmeye çalışanları. Peki, ben başkası olsam, kim ben olsun? Kimliğimin sadece bir tabakadan olduğunu zannedenleri. Bogomil, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Yugoslavya Krallığı ve Sosyalist Yugoslavya’da, Doğu ile Batı arasında, Orta Yol’da inşa edilen kimliğimi inkâr edenleri anlamıyorum. Ondan ne böbürlendiğim, ne de utandığım, onunla barış içinde yaşadığım kimliğimi tanımayanları. Mağduriyetlerinden sadece ırkçılık ve nefret elde etmiş zalimleri. Batı’da Doğuluları döven, yabancılara şiddet uygulayan zalimleri. Doğu’da sığınmacı dokuz aylık hamile bir kadını tecavüz edip on aylık bebeğiyle birlikte öldürebilen yaratıkları.
Demek anlamadığım o kadar çok şey var ki… Yok, rahmetli babam mağduriyet edebiyatını saymazdı. Kabahat bende, bir algılama sorunum, bir zekâ sorunum varmış gibi.
Anladığım ve kendimde bulduğum için şükrettiğim bir şey var: Kötü tecrübeler içimde nefret tohumunu ekmiyor. Ondan kibirli miyim? Hayır. Gurur mu duyuyorum? Hayır. Utanıyor muyum ondan? Asla. Onunla rahat yaşayabilmemin sevincinden Yaradan’ıma müteşekkirim.