Baladlarımıza devam ediyorum. Edebiyat edebiyatını yapmadan, Türkiye’de edebiyatımızın (Bosna ve Boşnak edebiyatının) bilinmemesinden utanç hissimi gidermek uğruna, mevcut ezberleri bozmak uğruna yazıyorum. Bir de bu yazılar dizisine başlarken kendime vaat ettiğim gibi gerçek hayat dışındakileri yazmayacağım. Kurgunun faydası var mı? Pamuk şeker gibi… Edebiyatın edebiyat olması için onun gerçek hayattan ibaret olması şart. Peki ya post-modernlik, sürrealizm derseniz -sanatçının öz dünyasında gerçek olduğu kadar, sanatçının eserini ortaya koyarken samimi olduğu kadar sanattır- gerisi arkaya. Bir önceki yazıda yazdığım Prof. Dr. Maglayliç’in de ifade ettiği gibi, Hasan Ağanın Karısı baladı gerçek olaylar ve gerçek kişiler üzerine kurgulanmış bir eser. Bu esere destan diyenler de var, ancak destanlarda daha çok olay akışı ve kahramanlıklar, baladlarda ise kahramanların iç dünyası ön planda olduğu için bu ayrımda ısrar ediyorum.
Boşnak edebiyatının varlığını Batı âlemine ispatladığı için bu kadar üstünde duruyorum Hasan Ağanın Karısı baladının üzerinde. 1774’te İtalyan seyyah ve antropolog Alberto Fortis, bu şiir hakında “Morlak (İlir) Baladı” yazıyor, bir sene sonra Goethe bu baladı keşfedip Almancaya çeviriyor. Walter Scott aynı şiiri 1798 senesinde İngilizceye, Puşkin 1835’te Rusçaya, Adam Mickievitz ise 1841’de Lehçeye kazandırıyor. Kırk kadar dünya diline tercüme edilmiş bu eser, Boşnak edebiyatının varlığını dünyaya duyurdu. Birçok tiyatro, film, opera eserine konu oldu. Siz Türklere de malum. En azından konusu malum, bir tiyatro eserinden. Sırp Bilimler Akademisi üyesi yazar Ljubomir Simoviç’in Hasan Ağanın Karısı oyunu Türkçeye tercüme edilmiş, kaç baskısı çıkmış… Bu eserin ve hikâyesinin Türkiye’de Sırp bir yazar üzerinden bilinmesine değil, haşa, vasat bir edebi eser üzerinden tanınmasına acıyorum. Hele de Boşnak yazar ve aydın rahmetli Aliya İsakoviç’in aynı hikaye üzerine yazdığı, yıllarca sahnelerde gösterilen ve sanatsal yönden çok güçlü bir oyun varken. Niyaz Alispahiç’in librettosunu yazdığı, Sulejman Kupusoviç’in de yönetmenliğini imzaladığı opera da İstanbul seyircilerinin beğenine sunulmuştu. Uzatmayayım, asıl hedefim şiir tarihçesini veya hikâyesinin arka planını ayrıntılarıyla yazmak değil, bir hatırlatmak istedim sadece.
Hikâyesi 1645 ile 1648 arasında İmotski etraflarında cereyan ediyor. Virdol (bugünkü Zagvozd) ve Jupa (Župa) civarında tımar sahibi Hasan Ağa (Arapoviç) Hıristiyan eşkıyalarla savaşırken yaralanıyor. Dağlarda yaralı yattığı süre içinde annesi ve kız kardeşi ziyaretine geliyor olsalar da, toplumun üst sınıfından, asilzade Pintoroviç beylerden olan karısı (şiirden isminin Fatima olduğunu öğrenemiyoruz, bunu farklı kaynaklar bildiriyor) bir kere bile ziyaretine gelmiyor. Gelmeme sebebi ise utanç (Buna daha sonra geri döneriz). Hasan Ağa biraz iyileşince karısına “Beni ne evimde, ne de sülalemin yanında bekle” mesajıyla boşama haberini salıyor. Ne yapacağını bilmeyen kadın evinin etrafında at seslerini duyunca koşuşmaya, kaçmaya hazırlanırken kızları babalarının değil, dayılarının, yani Pintoroviç Beyin geldiğini bildiriyorlar. Bir alt kesimden Hasan Ağanın kız kardeşini boşamasını onuruna yediremeyen beyzade Pintoroviç, hemen vekaleten kız kardeşinin boşanma davasını bitirip onu baba ocağına (şiirde ana ocağına) götürmek istiyor. “Beş çocuğumun yanından beni nereye gönderiyor” diye yalvaran genç kadın, kocasının dönmesini beklemek istiyorsa da beyhude. Boşanma kararıyla gelen ağabeyi, kız kardeşine mahkeme kararını okutuyor. (Bakın bakalım, ismi bile zikredilmeyen, on yedinci yüzyılın ortalarında Müslüman Boşnak kadını mahkeme kararını okuyacak kadar okuma yazma biliyor. Onun ana diliyle yazılmış bir karar olmadığını, şer’i mahkemelerde de Osmanlı toprakların her yerinde olduğu gibi resmi dilin Türkçe olduğunu hatırlarsak, kadının da eğitim seviyesi hakkında iyi kötü bir bilgi elde edebiliyoruz.) Kadın da mahkeme kararını okuduktan sonra derin bir hüzün içinde evlatlarıyla vedalaşıyor.
Hikâye örgüsünde olayların dinamiği birer mısra ile anlatılırken, halk şairi bu dramatik ayrılışı ertelemek istemişçesine üzerinde biraz daha duruyor: İki büyük oğlunu alnından, iki büyük kızını yanaklarından öperek vedalaşması, beşikteki oğlundan bir türlü ayrılamamasını anlatıyor. Ailesinin yanında bir hafta kadar kalmış bulunan genç, asil ve büyük ihtimalle güzel olan kadın birçok yerden isteniyor. Ağabeyi, kadının yalvarmalarına rağmen onu İmotski Kadısına veriyor. Halk şairi tekrar çocuklarını öksüz bırakmak istemeyen kadının yalvarması üzerinde duruyor, fakat sözünü geçiremeyen kadın başkasının evine gelin gönderiliyor. Düğün kafilesi eski kocasının köşkü yanından geçerken, onu fark eden çocukları annelerini çağırırken, kadın kafileyi “öksüzlerime hediye vereyim” diye durduruyor, halk şairi de bu hediye verme sahnesini ayrıntılarıyla anlatıyor. Çocuklar, babaları tarafından “Yanıma gelin öksüzlerim, taş kalpli anneniz size merhamet göstermezken yanıma gelin” diye çağrıldığında, genç kadın oracıkta ölüveriyor.
Hikâyenin yaşanmış bir olaya dayalı olması için birçok delil ortada: Arşiv belgelerinde bu hikâyenin izlerine rastlanabildiği gibi, mezarının kalıntıları, izleri de ortada. İşin acısı bu hikâyenin, farklı kahramanlar tarafından, farklı coğrafyalarda, farklı dönemlerde tekrar yaşanması. Toplum içinde belirli kurallar, örf adetler, ayıplar, gururlar, toplum sınıfları… Bunlardan dolayı insanın (kadın olsun, erkek olsun) derinine gömülmüş ve dışa vurulmayan duygular… Dönem, mekân, kahraman isimleri gibi ambalajları farklı, özünde tekrar edilen, insanlar arasında iletişim eksikliği nedeniyle trajik, dramatik hayatlar tekerrür ediyor. Hasan Ağanın karısı örfü, âdetleri kırmış olsaydı, kocasını ziyaret ederek utancını yenmiş olsaydı, aralarındaki anlaşmazlığı bağırıp çağırırken, ağlarken, konuşurken temize çıkarmış olsaydı, İslam hukukuna göre başkasıyla evlenme teklifini reddetme hakkını kullanmış olsaydı bu balad söylenmemiş olurdu. Hasan Ağa da evine dönmesini bekliyor olsaydı, eve gelince karısıyla tartışmış olsaydı, aralarında herhangi bir iletişim gerçekleşseydi, şiir söylenmemiş olurdu. Annesi, “Dur oğlum, sabret, bak beş çocuğun var, biliyorsun, onları yalnız bırakamaz, utanıyor, çekiniyor” diye oğlunu uyarmış olsaydı, yine baladdan eser olmazdı. Şiirden okuma yazma bilen, mahkeme kayıtlarını rahatlıkla okuyabilen bir hanımefendinin ismini bile öğrenemediğimiz kadının ağabeyi beyzade guruna yedirmiş olsaydı, kız kardeşinin boşanması, ana ocağına dönüp tekrar evlenmesinde acele etmeseydi, bu balad söylenmemiş olurdu. Çocuklar “Durun artık, saçmalamayın! Annemiz kötü bir şey yapmamış, babamızın da öfke içinde getirdiği bir kararın telafisi mümkün” deseydiler, sonuç böyle olmazdı. Belki çok naif olurdu, belki de başka yaralar açılmış olurdu… Ama işler temize çıkarılırdı, önemli olan odur.
Mademki olanlar olmuş, şiir söylenmiş, adımızı dünyaya duyurmuş, ondan ibret alsaydık bari… Bireyler, erkekler, kadınlar, şu veya bu dine veya görüşe sahip olanlar olarak, milletler, uluslar, devletler olarak, kültürler olarak, şu veya bu siyasi görüşe sahip olanlar olarak bu basit baladdan ibret almış olsaydık, birçok trajedi hiç yaşanmamış veya -en azından- hafiflemiş olurdu. Dur, hemen bu anlaşmazlığı çözelim, gururumuzu yenelim demeyi biliyor olsak. Koca Mehmet Akif’in “Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar. Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi” sözlerini de hazmediyor olsak. Biz Boşnaklar, Türkler, Arnavutlar, Pakistanlılar, Araplar, Acemler… Biz Âdemoğulları.
İbret alıncaya kadar, edebiyatın ne kadar gerçek hayat olduğunu anlayıncaya kadar, biz edebiyat tarihçilerinin, yazarların da uğraşı boşuna. Bizim Bosna’da kullandığımız “Beyhude badana yaptık” anlamındaki deyimin var kabalığıyla…