Gurbetçilerle sıla yolunda

Yılda bir biz de yıllık izne çıkıyoruz. Malumunuz, istikametimiz Türkiye. Yani, bunu tatil biliyoruz. Avrupa ülkelerine gittiğimizde istirahate zaman kalmaz, hep koşuşturma içinde oluyoruz: Araba orada dururken, otopark pahalı, hadi mümkün olduğu kadar fazla yeri gezelim, görelim, fotograf çekelim. Yemekler ayaküstü yeniyor; bir Foça kökenli olarak (siz Kayseri anlamında okuyun) restoranlardaki yemeklerin fiyatına kıyamadığım için mi, bir Bosnalı Müslüman olarak “hınzırımsı katkılardan” korktuğum için mi (vegan yemeklere bir türlü alışamadım, acımasızca kuzu çevirme götüren birinin vegan veya vejeteryan lokantalara gitmesi vegan ve vejeteryenlere hakaret oluyor!) bir türlü çözemedim.

Yirmi altı yıldır evli olduğum eşim de alıştı Türkiye tatillerimize. Yanlış ifade kullandım, müptelası oldu. Savaş yıllarında, mum ışığı altında, ümitsizliğe kapıldığım anlarda seyahat fotoğraflarıma bakıyordum, çoğu Türkiye’dendi. Önümde yeni bir ufuk açan, savaşın sonunu görsem belki tekrar yolculuklara çıkacağım diye ümit veren bu fotoğraflar ve arkalarında, zihnimde canlanan hatıralar oluyordu. Savaşın bitmesiyle, evimizdeki pencerelerde camlar yerine plastik folyolar varken, maaşlarımızdan ve eşimin gece çalışarak kazandıklarından tasarruf ederek biriktirdiğimiz paradan oğlumuzla birlikte Türkiye’ye tatile gittik. Camlar kırılır, hatıralar kırılmaz. Yıllar sonra (veya on dört-on beş yıl önce) arabayla yola çıkmaya başladık. Gurbetçilerin kafilesine katılarak yavaş yavaş, ilk yıllar Yunanistan üzerinden, daha sonra Bulgaristan üzerinden, Türkiye deniz, biz kepçe. Oğlumuz büyüyünce artık bize refakat etmekten vazgeçti, biz de devam ettik.

Neden bunu yazıyorum? Her ne kadar itiraf etmek istemesem de yıllık iznimde bile mesleğime bağlı kalmak istiyorum. Mesleğim hem gelir kaynağım, hem yolum, hem de aşkımdır. Bir de bunca yıl içinde Türkiye’de o kadar iyi insanla tanıştım, o kadar güzel dost edindim ki görüşmeden edemiyorum. Doğru, ben memleketimde çalışıyorum. Doğduğum, büyüdüğüm, eğitim aldığım, yaşadığım yerde. Hayatımda her şey olsa olsa beş kilometre mesafede olup bitti. Doğduğum hastane, evim, eşimin evi, tahsil gördüğüm okul, lise, üniversite, iş yerim… Birbirinden en uzak mesafe beş kilometre bile değil. Belki de bu beş kilometreden intikam almak için her sene en azından beş bini geçmeye adet edindik.

Araba ile seyahat etmenin avantajı özgürlük. Düşünerek, seyrederek seyahat etme imkânı. Yolda Almanya, Hollanda, Fransa, İsviçre, Avusturya’dan sıla yoluna çıkan gurbetçileri görüyoruz. Dopdolu arabalar, çoluk-çocuk ve memleketteki eş-dostlara hediyeler. Hediyeler ve hasret. Havaya bile yer kalmıyor. Benzin istasyonlarında durduklarında görüyorum. Mola verirken, park alanlarında çay kaynattıklarında, namaz kıldıklarında, uyuduklarında görüyorum onları. Kiminin arabasında kimlik belgesi olarak Besmele, tuğra veya Ata’nın imzası var. Araba markaları, plakalar, geldikleri ülkeler farklı olsa da istikametleri ve hasretleri aynı.

Bu insanların yüzlerine bakmaktan hoşlanıyorum. Hasret ve hediye dolu arabalarına da. Dönüşte biber-salatalık turşusu kavanozları arasında kuru patlıcan, biber, tarhana… Her gün aile sofra etrafında bir araya geldiğinde memleketi hatırlatacak, tarhanayı yapan, biberleri koparıp özenle ipe dizen elleri hatırlatacak, gözyaşlarını durduran boğazdaki garip düğüm, hasret ateşini körükleyecek bir unsur. Sabah akşam fabrikalarda, şantiyelerde çalıştıktan sonra gurbetteki evde ana ocağını hatırlatacak tatlar. Tam bir sonraki yaz tatili kuru biberlerin, patlıcanların, bamyanın dizili olduğu iple çekilecek.

Sınırlarda kuyruklar. Bekleşmeler. Kontroller. Pasaport, ruhsat… Yıllardır hep en yavaş giden sıraya girdiğimizi biliyorum. Murphy Kanunu, kabul ettik. Sabırla izliyorum önümüzdeki arabaları. Her durduğumuzda (birkaç metre ilerledikten sonra duruyoruz) ondan önceki arabadan adam çıkıyor, etrafı kolaçan ediyor, önümüzdekinin penceresine geliyor, konuşuyorlar. Sonra önümüzdeki arabadan baba-şoför çıkıyor, bir yere gidiyor, ilerleme vakti, adam yok, oğlu veya kızı onu aramaya çıkıyor, öndeki arabadan bayan geliyor direksiyon başına, hayır, çalıştıramıyor, otomatik olmayan arabayı kullanamıyormuş. Arkamızdakiler kornaya basıyor, hah işte baba-şoför geliyor, onu aramaya çıkmış oğlu yok bu sefer, bir öndeki arabadan çıkan adam tekrar çıkıyor, arıyor, etrafı kolaçan ediyor, pasaport kontrolüne kadar yaya gidiyor, dönüyor, etraftakileri bilgilendiriyor. Önümüzdeki arabanın şoförüyle konuşuyor, ilerliyoruz, bu kez kız çıkıyor, tekrar iki üç metre ilerleme vakti, baba da kızını aramaya çıkmış, bir öndeki arabadan adam… İsimlerini bilmiyoruz, eşimle ben Kahya ağabey dedik.

Önümüzdeki tekrar kayboluyor, sonra oğlu, sonra kızı, sonra ikinci oğlu… Nöbetleşe. Her gelişlerinde Kahya ağabey yaklaşıyor, konuşuyorlar. Üç saat bir sınır. Bir sinir. Öf. İkinci sınırda Kahya’dan kaçmak için başka bir sıra seçiyoruz. En yavaş ilerleyen. Kenardan Kahya ve arkadaşının arabasına bakıyoruz. Ne olursun gaza bas, bir sonraki gümrüğe onlardan önce gelelim diyorum. Basmasına bastı, fakat daha biz gelmeden yolcuları diğer kapılara yönlendirmeye başladılar. Bir gişe, iki oldu, ana baba günü. Sınır ve sinir kelimelerini düşünüyorum. Yanımızdan aceleyle Alman plakalı bir araba geçti. Az kalsın protesto etmeye başlayacaktım… Yok, ben de hafifçe erimeye başladım o havada. Önümüzdeki arabaların birinden bir kadın çıktı, güzelce tüpünü yakıp çayını demledi. Eşim bakıyor. Çıktım arabadan. Araçlardan çıkıyorlar, pasaport kontrolüne kadar gidip dönüyorlar… Oradan havadis getiriyorlar. İşte o hızlı geçen arabada hasta varmış. Acil geldi mi? Gelmediyse yardım edelim diyor bayan. Sağlık personeli olduğu belli. Gelmiş. Daha sonra biri geliyor. Geçen arabadaki kadının doğumu başlamış. Doğurmuş. Ayyy, bebeği yolda olmak deyimini düşünüyorum, deyimsel olmayan anlamını da. Yolda oldu demek. Hayırlı uğurlu olsun.

Yunanistan sınırını geçtik, Al Sancak görüldü. Yüksekte. Bu saate kadar planladığımız yere gelecektik, Edirne’ye bile varmadık. Rezervasyonu boş ver diyor eşim, sence ne yapalım? Edirne’de bir gece kalalım. Çay demleyen kadın arabasından Al Sancağı çıkardı, halk müziği eşliğinde zeybek mi, horon mu, halk oyunlarından anlamam, oynuyor. Biz yola çıkmadan Elvir’in isteği buydu: “Türkiye kapısına geldiğinizde, bayrağı gördüğünde benim için bayrağı öpersin, benim adıma Türkiye şehitlerine bir Fatiha okursun. Oracıkta, içinden.” Az ileride pasaport kontrolü, kalabalık. Oradaki bayrağı tutsam, milleti bekletirim, polis de deli olduğumu sanacak. Söz verdim ama Elvir’e. Ellerinde bayrakla oynayan kadına yanaştım, dedim ki “söz verdim arkadaşıma”, kaptım, öptüm bayrağı. Şehitlere Fatiha okuduk. Oracıkta. Sınıra bir kaç metre kala. On saat kadar bekledikten sonra sinir krizi eşiğinden dönerek. Belki o Elvir adına şehitlere okuduğum Fatiha sayesinde. Tarih 16 Temmuz.

İçimde bu hasret, gurbetçilerin bulaşıcı hasreti kaldı.

Ya ezeli vatan özlemi, ya oraya geçtiğimizde, Araf’ta iken beklemeyi, belirsizliği düşünsek… Fani zaten tecelliyattan ibaret, hani baki, ezeli vatan… O hasret, o özlem… O zaman poşetlerimizde, ellerimizde, araçlarımızda neler olacak. O vakit Kahya ve refikleri olacak mı? Ellerinde bayrakla oynayan kadını orada tekrar görecek miyim? Sılaya varmış diye mutlu olacak mı? Olacak mıyız?

 

Benzer konular