Ezberler
Ezberleri bozmak çok zor. Sıkıcı olmak istemiyorum, aynı şeyleri anlatıp durmak hiç de bana göre değil. Fakat nereden başlarsam başlayayım, zamanımızın insanlarında da bir putperestlik görüyorum. Önyargının yavrusu olarak büyümüş, büyütülmüş, sahipleri tarafından iyice beslenmiş ezberler putlarımız oluyor. İster Müslüman ve mümin, ister inançlı bir Hıristiyan, ister Yahudi, ister agnostik veya ateist olsun, hepimiz küçük putlarımızı dikkatle koruyoruz.
Putlarımızdan biri milliyetçilik. Veya ırkçılık. “Biz ve ötekiler” hakkında, ötekini hiç tanımadan ezberlediğimiz önyargıları koruyoruz. Güya kimlik meselesi! Bu ezberlerde hep biz ötekilerden daha çalışkan, daha güzel, daha inançlı, daha iyi oluyoruz. Lanetlinin hatasını tekrarlayıp duruyoruz: Biz ateşten, onlar topraktan yaratıldı diye. Ve kendilerimizi hep üstün görmeye devam ediyoruz. Hatta “hiç” kavramını teorik olarak konuşup tartışırken, “hiçliğimizin” ötekilerden üstün olduğunu buluyoruz.
Dün, dostum da olan İranlı bir akademisyen “Müslüman olan ilk kişi bölgenin hâkimi olan Gazi Hüsrev Bey’di. Gazi Hüsrev Bey her ne kadar Osmanlı padişahı adına bölgede bulunuyorsa da aslen İranlıydı. Bu durum onun adından da bellidir. Üstelik babasının adı da Ferhad Bey’dir” yazdığı, iddialarının bulunduğu makaleyi göndermiş. II. Bayezid’in kızı Selçuk Sultan ile yerel asilzade Ferhad Bey’in oğlu hakkında, isminden ve babasının isminden çıkarılmış bunun gibi iddialar saçmalıktan başka şey değil. Balkan kelimesinin bal ve kan kelimelerin birleşimiyle ortaya çıkmış olması gibi. Zavallı kâğıt da her şeye dayalı. Hani kâğıdın çok pahalı ve çok değerli olduğu güzel zamanlar! Hani kâğıt üzerine düşünerek yazıldığı zamanlar! Zamanımızda akademisyen olmak, sosyal medyada fikirlerini paylaşmak herkesin hakkı olmuş.
Putperestlikler
Irkperestliğin de çeşitleri var. “Öz ırkperestlik”. Yani değerli, üstün olan herkes ve her şey benim ırkımdan gelmiş diyenlerin ırkperestliği. “Ötekiperestlik”. Bize ait her şey kötü, karşı tepede çimenler daha yeşil, komşunun tavuğu kaz, karısı kız görünür misali.
Bir akademisyenimiz var, Bosna’nın efsanevi velisi Ayvaz Dede’nin, İran tarafından finanse edilen yayınlardan İran’ın Abhaz’ından geldiğini, Türklerin telif ücretini verdiği yayınlarda ise Akhisar’dan geldiğini iddia ediyordu. Şükür ki Afrika’dan bir Ayvaz Dede Sempozyumu’na sponsor olacak biri çıkmamış, yoksa Ayvaz Dede’miz İslamiyet’i tebliğ eden bir Afrika zencisi, serbest bırakılmış bir köle olacaktı. Tabii ne akademik camiada, ne de medyada herhangi bir tepki gösterilmiyor. Bırak, kim uğraşır deyip geçiyoruz. Adam şu veya bu şekilde doktorasını bitirmiş, akabinde doçentliğini, profesörlüğünü almış, unvanı var, titri var, verdiği bilgiler yalan yanlış, asılsız olsun, siyaset destekli titri önünde herkes titriyor. Akademisyen birkaç yerde kendisini methetmiş, birkaç yerde kardeşi veya arkadaşı onu methetmiş, bir iki defa medyada asistanı veya doktora adayı tarafından methedilmiş, bilge olmuş. Defalarca tekrarlanmış, yalan doğru çıkmış bu şekilde.
Pasif doğrular
(Doğru ile paralel arasında dünyalar kadar fark var, başta onu vurgulayayım. Hatta doğru ve paralel hiçbir şekilde aynı olamaz, benzetilemez. Genellikle doğru olanın sırtı eğri, alnı açık kalır. Paralelin ise boynu bükük kalır. Gün gelsin görürüz.)
İşte, burada asıl soruna geldik: Yazılan yalanları kim doğrular, kim uğraşır? İşte kaynaklar elimizde, biliyoruz, bilmeyenler ise sağlam kaynaklara dayatılmış bilenlerin yazılarını okumadan yazmaktan ekmek kazanıyor; mürşidi Google hazretleri olan nice mutasavvıf çıktı ortaya, uzman sayısı çoğaldı, simge niteliğinde halk arasında anlatılan efsaneler, menkıbeler, rivayetler “tarihi gerçek” olarak anlatılıyor. Bütün bunlara karşı çıkmak mümkün mü diye kendi kendime sorup da “mümkün olsa bile kimin umurunda” diye düşündüğümde duvara çarptığımı hissediyorum.
Kaynakları okumak, güvenilir kaynakçaları incelemek, yazdıkları sağlam gerçeklere dayandırmak zaman gerektiriyor. Doğru. Fazla zamana ihtiyacın olunca üretim azalıyor. Bir taraftan üretmek, diğer taraftan ürününü pazarlamak güç. Sadece güç de değil, onur kırıcı. Gerçekleri keşfetmek uğruna uykusuz geceler, eksikliğini hisseden aile efradı, sohbetine ihtiyaç duyan dostlar, gidemediğin taziyeler ve tebrikler… Sırf gerçekleri ortaya koymak uğruna el âlemin yalanlarını doğrulamakla uğraşmaya vaktin olmaz. Kendi reklamını yapmaya da vaktin olmaz. Üretken pazarlamacı uzmanların ise vakti artar ki, pazarlamanın temel öğelerinden biri olarak rekabeti yok etmeyi öğrendiklerinde, bu bilenlere, gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışanlara, makam-mevki-para hırsından arınmış olanların başına musallat oluyorlar. Hedefleri, malum, makam-mevki-para olarak tecelli eden putlarını kaptırmak. Yöntem gıybet, iftira, yalan. Bilim metodolojisinde bize öğretilmeyen yöntemler. İslam adabında bize haram olarak öğretilmiş yöntemler. Bize ahlakın, namusun sadece başta bir parça kumaştan, sakaldan veya belden aşağısından ibaret olmadığını öğrettiler.
Şimdi, na-ehil insanların, bilgisizlerin, fitnekârların belirli yerlere gelmelerine asıl kabahat kimde? Onları engellemeyen, onlarla uğraşamayan ve sadece kendi meslekleriyle sadakatle uğraşanların da kabahat payı var mı? Yoksa bu genel-hayat-uzmanların tatlı dillerine, dalkavukluklarına güvenen, egoları okşanmış ve bunları belirli yerlere getirenlerin, onlara imkân sağlayanların da suçu var?
İbrahim olmak zor. İçindeki putları kırmak mı daha zor, dışındakini mi? Yoksa kendilerini Tek Tanrı’ya inanmış olarak tanıtan putperestlerle mücadele etmek mi? İçindeki ve dışardaki putları kırmaya kalkmasan, putperestlerle mücadeleye girmesen kendini ümmetten sayabilir misin? Hakkın var mı? Peki, bu mücadeleye girersen, zaman kısıtlı, senin işini kim yapsın? Şimdilik cevapsız arama…
Mükremin kardeşimin sorusunu tekrar ediyorum: Kabahat fırsat bulanların mı, fırsat tanıyanların mı?
Sabretmek lazım, açılır.
Halid ağabeyimin dediği cevap olabilir: Allah’tan gelen imtihanlara sabretmek imandan, mayası bozuk ahmaklardan gelen belalara sabretmek eşeklikten olur.