Bugünlerde Saraybosna suikastı konuşuluyor. Ama iki sene evvel yüzüncü yıldönümü olduğu için değil. Benzetmeler, komplo teorileri, şüpheler, korkular ve nefret dili kışın başında tekrar filizlendi. Gerçi bunlar için uygun zaman yok, mevsimi de yok. Gergin yatıyor gergin kalkıyoruz son zamanlarda. Etraftan gelecek her sesi dikkatle dinliyoruz, cebimizde en az beş yorum hazır bekliyor. Yorumun ötesine geçmeyiz, çözüm biz sıradan insanların elinde değil. Acaba III. Dünya Savaşı başladı da kimse ilan etmedi mi? İlan etmiş de olabilir, fakat her taraftan gelen sesleri dinleyip yorumlarken bunu kaçırmış olabiliriz. Yoksa kimse ağzından kaçırmaz bu cereyan edenin bir savaş olduğunu. Kral çıplak misali, söyledim. Fakat ağzımdan çıkana kulaklarım inanmıyor. Yok, yine bir teori. Geç onu, git oradan be, sen beynelmilel sorunlarını mı yorumlayacaksın? Savaş çıktı mı çıkmadı mı sen mi yorumlayacaksın?
İşte bu savaşlar bitince, aradan bir zaman geçtikten sonra, belirli bir mesafeden bir yazar çıksın, romanı ya gerçeğe ya kurguya dayalı olsun, savaşın alanını, yerel insanların isimlerini ya bilsin ya bilmesin, yeter ki bu savaşların romanını yazsın, savaşın anlamsızlığını anlatsın, işte o zaman bunun hakkında bir iki söz sahibi olabilirsin. Gerçi alanın eski edebiyat, romanlara da pek karışmaya hakkın yok ki… Yoksa bir film çıksın, yine olayları belli bir mesafeden anlatan bir senaristle yönetmenin savaş karşıtı hikâyesi, belki bizzat yaşadığın sahneleri daha iyi anlarsın. İzlemek için cesaret topluyorsun, için kanıyor. Ve savaşın anlamsız olduğunu anlıyorsun. İşte, tam Saraybosna suikastına döndük.
1975’te Veljko Bulayiç’in “Saraybosna’da Suikast” filmi çıktı. O zamanlarda henüz tarih derslerim yoktu okulda, ilk dört sınıfta matematik, anadil yanında sadece toplum bilgisi ve çevre bilgisi, bir de eğitim işkencesi bildiğim, kabusum olan resim, müzik ve beden eğitimi dersleri. İyi, güzel bunların tarihini bir yerden okursun da icrasına ne gerek var, hem de yeteneklere bağlı bir şey notlarla değerlendirilmez. Hadi notun kötü olmasın, asıl mesele sınıfın yanında rezil olmak. Öğretmen çizdiklerini gördüğünde, şarkı söylediğini duyduğunda, beden eğitiminde grotesk başarısızlığını fark ettiğinde var gücüyle gülmekten patlamamaya çalışıyor, fakat sınıf arkadaşların o kadar merhametli değil. Başka biri yapmış olsaydı sen de gülerdin, fakat kendi kendine gülemezsin (belirli bir zaman geçtikten sonra belirli mesafeden olaya bakana kadar).
İşte o zaman, kadının “her soruna çare her derde deva” olan gözyaşlarının sırrını keşfettim. Fonda bir iki hıçkırık da varsa ne ala… Kullanım kılavuzu: Yaklaşan tehlikeden bir saniye önce. Zamanlama çok önemli. Güzel, herkesten önce suçunu itiraf ediyorsun, herkes de seni teselli etmek için elden geleni yapıyor, kimse başarısızlığını görmüyor. (İşte o günlerden bu yana gözyaşlarına pek güvenim yok, hele de herkesin içinde gösterilen gözyaşlarına). Küçük yaşta kullandım, mahiyetini kavradım, yeter.
Filme döneyim. Vizyona çıkınca, rahmetli babam beni elimden tuttu, götürdü. Biletleri almak için kuyruklarda bekleniyordu, gösteriden az önce gelenler, şansları varsa sinemanın önünde normal fiyatından iki üç kat pahalıya satan Romanlardan bilet alabiliyorlardı. Roman delikanlılar kuyruğa girip bekliyorlar, sonra pahalıya satıyorlardı bu biletleri. Neyse, babam biletleri önceden temin etmiş, Partizan sinemasına gittik, izledik. Hemen hemen Amerikan filmleriyle ölçüşecek bir film. Ülkemiz, milletimiz gurur duyuyor. Filmle mi, suikastla mı? Film esnasında birçok soru soracaktım. Babam şişşşt diyor, sonra konuşuruz. Gavrilo Princip yirmi yaşında. Arkadaşları da onun kadar küçük. Yani çevremizde o yaşlarda bir iki kuzenimiz var, üniversite öğrencileri. Sinemadan çıkıyoruz. Üzgünüm. Film kahramanlarının hepsi hapsedildi, hatta filmin sonunda çoğunun ya idam edildiğini ya da işkencelerden hapiste öldüğünü okudum. Millet sinemadan çıkarken dünya savaşı başladığını, dört imparatorluğun yok olduğunu, tarihte yeni bir dönem başladığını duyuyorum. Babama üzgünlüğüm nedenini söylüyorum. Yazık bu kadar gençken, hapislerde çürümüşler. Kimisi de idam edilmiş. Bir de Gavrilo’nun sevdiği kız vardı… Sayıp duruyorum. Babam da, “Buraya ziyarete misafir olarak gelen veliaht ve eşini öldürmüşler.” Gavrilo’nun sevdiği kız diyorsun, veliahtın da sevdiği eşi vardı. Bir de gebeydi. Ziyarette iken, gezideyken öldürüldüler. Sömürgeci miydiler? Bilmeyiz. Mahkemeleri yoktu, onlara ne savunma ne de konuşma fırsatı verilmiş. Suikastçı canlarına, dünya barışına kasteder, unutma onu.
Babamla tartışmaya girmekten hoşlanıyorum: Ama Avusturyalılar işgalci, bunlar bağımsızlık istediler, yani ülkemizi biz yönetelim, köle olmayalım diye. Bu biz derken, örgütte Sırp olmayan biri var mı? Hırvat, Sloven, Müslüman, Karadağlı hani? Bir tane Mehmed Başiç var, işte süs olsun. Bir de Gavrilo Princip bir terör örgüt üyesi, onu unutma. Terörden yana hiç olamazsın. Peki, neden bu kadar genç insanları göndermişler? Bunların çevik, hareketli olmasından mı? Yani daha olgun olanlar var, yaşlılar var, mademki cezalarını biliyorlar. Babam sözümü kesiyor: Genç birini yönetmek çok kolay. Hem de otoriter bir ideolog varsa, ikna gücüyle gençleri yönetir, evrensel büyük bir ilke için mücadele ettiklerine ikna eder, arkasında da sadece şahsi menfaat var. Bunu da unutma. Satranç gibi bu pis oyunlar, sen de satranç oynarken ilk olarak piyonları elden veriyorsun. Pislikler ise piyonlara bir gün vezir, veya kale olacaklarına söz veriyorlar. Bir de unutma, bu Saraybosna suikastı I. Dünya Savaşı’nın sebebi, nedenleri ise çoktur. Tarih dersinden de anlarsın.
Evet, babamın anlattıklarını, açıklamalarını evin dışında konuşamazdım. Olayın farklı boyutlarını görmemi sağlamıştı. Olayın farklı boyutlarını her zaman aramamı öğretmişti. Bundan sonra “Saraybosna’da Suikast” filmini kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum. İlkokulda suikastçıyı kahraman olarak gösterdiler. Sustum, babamın açıklamalarıyla bir adım öndeydim. Lisede bu suikastı tartışmaya kalktım. Fakat tarih öğretmenim ağzımı açtırmadı. Dedim ya, evdeki tarih okula uymaz.
Peki, bu anlattıklarının Ankara’daki iğrenç suikastla alakası nedir dersiniz… Küresel sınıfın konuşturmacısı kendi ekibini kurtarmak için bir piyonu feda etmiş. Daha doğrusu bir atla bir piyonu. Onlar için şahlar da, kaleler de, atlar da, piyonlar da aynı, değersiz satranç taşları. Oyunları daha büyük sahada. Bu konuda benzeriz: benim için de aynı, her birinin amacı, her birinin bir misyonu, bir canı var. Bu yüzden her biri değerli. Her birinin arkasında ağlayan kardeş, anne, çocuk, eş var. Olmasa bile, içinde Yaradan’ın üflediği ruhu var. Saygıdan oynamam. Yaradan korkusundan oynamam. Siz de şimdiye kadar oyuna getirilemez olduğunuzu göstermişsiniz. Çünkü sizin de babanız vardı, kesin ki savaş romanlarında farklı insanlık dramları, kahramanlıklar, hikâyeler anlattı; savaşın anlamsız olduğunu öğretti. Hikâyelerde yer isimleri ve kahraman isimleri farklı, filmlerde oyuncular ve oynadıkları karakterler farklı, fakat sonuç itibariyle modeller ve denklemler, şablonlar aynı. Çarpım tablosu gibi, bir kere ezberledikten sonra her şey çok kolay anlaşılıyor. Evdeki tarih okula uymuyor belki ama, matematik her yerde aynı.