Eskidendi…

Hani, okuldan, işten dönerken
Işıklar yanardı evlerde…

Sözlerini Murathan Mungan’ın yazdığı Sezen Aksu’nun en sevdiğim şarkılarından biri. Yaş ilerledikçe daha çok sevdiğim şarkı.

Sesim olmasa bile içimde, şöyle tam kalbimle zihnim arasında terkarlayıp durduğum sözler: “Eskidendi, eskidendi, çok eskiden”.

Eskiden eli kalem tutan kimseler itibar sahibiydi. Şu akademisiyen, uzman, yazar takımını kastediyorum. Çocukluğumda bildiklerim arasında bir-iki matematik veya iktisat hocası hariç (bu da annemin takıntısı) hepsi sosyal bilimciydi. Kimi annem veya rahmetli babamın hocası, kimi dostu, kimi sadece takdir ettiği kişi. Sokakta her selamlaşmaktan sonra: “Kim olduğunu biliyor musun?” Rahmetli babamın sorusu ardında upuzun sözlü dipnotları dinlerdim. Bir “Babapedya” bilgileri gibiymiş. Biliyormuşum gibi olumlu bir şekilde başımı sallasam “Anlat bakalım” derdi. Bilmesem dipnota bir ahlak dersi eklenirdi, yalanlar, kültür, medeniyyet, güven falan… Uzun dersleri dinlememek için kimin kim olduğunu ezberlerdim. Bunlar pek medyalara çıkmıyordu, zaten bir TV kanalı, bir-iki gazete vardı. Yine de bu kişilerin kim olduklarını da ehemmiyetlerini de iyice öğrendik.

Hani ay herkese gülümserken
Mevsimler kimseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken

Sokaklarda saygıyla selamlıyorduk, eve gelince sokakta kimi gördüğümüzü heyecanla anlatıyorduk. Birinin kitabı çıktığında sabırsızlıkla kitapçıya gidip satın alıyorduk. Yetişkinler arasında yeni çıkmış kitap içerikleri anlatılıyordu. Biz çocuklar da onları taklit ediyorduk. Kendi aramızda okuduklarımızı anlatıyorduk. Bazen yetişkinlerin okuduklarını biz de alıyorduk, büyüklerin takdirlerini ve hayranlıklarını uyandırmak amacıyla aralarına karışıp bizim de konuştukları kitap hakkında birşeyler bildiklerimizi ifade ediyorduk. O zamanlarda çevremizde doktor yoktu pek. Doktor diye ya hekim ya da nadir bilim adamını biliyorduk. Doktorası olmayan bilim adamı da vardı. Yani, ömür boyu bir kütüphanede veya bir enstitüde çalışan, ancak yazdığı makalelerden, yaptığı araştırmalardan doktorasını savunmaya vakit bulamayanlar. Hekim bildiğimiz doktorlara karşı biraz korku, bilim doktorlarına ve diğer eli kalem tutanlara karşı saygı hissederdik.

Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken

Tesadüf mü, tevafuk mu nedir, yıllar sonra eserleri evimizde bulunan kişilerin meslekleriyle daha yakından tanışmaya başladım. Özellikle merakımı uyandıranlar anabilim dalı şarkiyatçılıktı. Bir şarkiyatçı ne iş yapar? Arapça, Türkçe, Farsça eserleri okuyup yorumluyor, tercüme ediyor, Osmanlı tarih belgelerini, fermanları, beratları, kadı sicillerini okuyup çeviriyor. Üniversite öğrencisi iken rahmetli Eşref Kovaçeviç’in, Salih Trako’nun yanına uğrayıp çözemediğim şeyleri sorardım. Orada arkadaşım Amra’nın babası rahmetli Fehim Spaho, yıllar sonra doktora danışmanım olacak Dr. Fehim Nametak, arkadaşım Feriha’nın babası vardı. Evde Nedim Filipoviç, Hazim Şabanoviç, Adem Hanciç, Avdo Suçeska’nın da kitapları ve içinde yazdıkları POF dergileri vardı. Enstitü olmasa, Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi. Hangisi daha çok yolumun üstünde. Kütüphanede her zaman güler yüzlü, her zaman “Evladım, her şey çözülür, bak, kolay, sen de biliyorsun bunu, hadi beraber okuyalım çözelim” diyecek Şeyh Feyzullah Hacibayriç ve hafız Halid Hacimuliç vardı. Makaleleri Anali Dergisinde çıkıyordu. Osmanlı Diplomatiği ve Paleografisi dersi esnasında yakalayamadığım (çünkü ders kitapları yoktu, ders esnasında yazarsan yazdın, yoksa hocanın anlattıkları uçar gider) veya ödevimiz olan belgeleri okurken (tercüme ederken) takılırsam, yanlarına giderdim. Ders esnasında çok otoriter olan Ahmet Aliçiç hocamıza anlattığı şeyleri tekrar etmesini istemeye kimsenin cesareti yoktu. Rahmetli Ahmet Hocanın da o zamanlarda doktorası yoktu. Bilim adamı olarak piştikten sonra doktora yazılır derdi. Tasavvufta, tarikatta nasıl kemale eriştikten sonra posta oturulur, akademik çalışmalarında da kemale eriştikten sonra doktora yazılır diye düşünüyorduk.

Edebiyat derslerinde de sözcükleri Sami Bey, Devellioğlu veya Redhouse sözlüklerinden çıkarmamıza rağmen bir beytin anlamını çıkaramadığımız zaman, aynı kişilere danışıyorduk. Veya Yeni Edebiyat derslerinde Yakup Kadri’yi okurken çözemediğimiz bir şey varsa, gideceğimiz kapılar belliydi. Şeyh Hacibayriç’in mastırı bile yoktu, Hafız Hacimuliç’in iki üniversitede son sınıfa gelmesine rağmen üniversite diploması bile yoktu. “O şerefe henüz layık değilim” dermiş zamanında. Kütüphanede Milli Üniversite Kütüphanesi’nden emekli hafız Mahmud Traljyiç’i de bulmanız mümkündü. İster klasik edebiyat, ister yeni, ister Arap, Fars, Türk edebiyatı, ister Avrupa edebiyatı… Nereye takılırsanız, sormanız yeter. Kaynakçalar, kitaplar, makaleler tebessümle öneriliyordu. Neyin nerede ve ne zaman yayınlanmış olduğunu söyleyeverirlerdi. Her zaman bize ayıracakları vakit buluyorlardı. İşte gördükleri itibar nedenleri de anlaşılır.

Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi
Gitmiyor üzerimizden
Geçen geçti
Geçen geçti
Hadi geceyi söndür kalbim

Zikrettiğim kişilerin çoğu bu 30 yıl içinde Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bizim kuşak saygıyı, edebi, bilimde olgunlaşma sürecini şu veya bu şekilde öğrenmiş. Hayat daha hızlı yaşanır diye bizim kuşak da biraz bu unvanlar peşinden koşmuş. Yüksek lisanslar, doktoralar, para kazanayım, eğitim ve araştırma masraflarını karşılayayım, doktor olayım… Olgunlaşma? Kemale erme? Boş ver, ona vakit var. Bitirevereyim ödevimi, masterimi, doktoramı, üniversite sınır koymuş, yaş sınırı… Daracık bir alan, daracık bir bilgi. Gazellerde doktora yapmışsa mesnevilerin özelliklerini bilmek zorunda değil. Modern edebiyat sözkonusu olunca, klasik edebiyatın ne olduğunu bilmesine ne gerek var. Ya tarihi bilmek? Abartma Allah aşkına, buna zaman mı var? Hoca bekliyor, kuyrukta kaç aday var, hepsinin doktorasını okumak zorunda. Yeni nesiller geliyor. Savunma jürileri birikmiş doktora veya master çalışmalarını okumaya vakit bulabilirler mi? Okurlarsa, hataları, yanlışları bulurlarsa, hem aday hem de danışmaı düşmanları kesilir. Her ay da yakıt elektrik telefon faturaları kesiliyor… Çocukların altına araba, oğul artık adam olmuş, evlenme çağına gelmiş, hiçbir gelin kaynana ile aynı evde oturmaz artık. Onlara da bir ev açmak lazım. Git orda jüri üyesi ol, gel kendi kitabının masraflarını karşıla (bilimsel eserler kimin umrunda) bir üst kademeye lazım…

Kitaplar artık üniversitedeki kademeleri geçmek uğruna yazılır oldu. Makaleler de. Dergilerin kaç puan getirdiklerini hesaplıyoruz. Makalelerin şekilleri içeriklerinden daha önemli oldu.
Evimizde, ablamın yetmişlerde Londra’dan getirdiği, her gün defalarca dinlediğimiz bir The Beatles plakı vardı. İşte tam o plak gibi, aynı ezgiler, kullanılmaktan yıpranmış, modası geçmiş sunumlar tekrarlanıyor. Az kalsın dinleyiciler de, konserdeki hayranlar gibi, sunucunun nakaratlarını koro olarak icra ederler. Hayır, olmaz. Kimse başkasının sesinden hoşlanmaz. Birbirimizi dinlemiyoruz, okumuyoruz. Çok dergi var, çok da kitap çıkıyor, yetişmek zor. Okuduğumuz kitaplarda tanıdık cümleler. Aynı yazarın bir önceki kitaptan alıntılar veya yabancı bir yazarın cümleleri. Kaynak gösterilmemiş. Miri malı mı sanıyorlar, kimsenin okumayacağı mı, kimsenin okumadığı mı? Olgunlar, kemale erişenler zamanın içinde erimiş.

Şimdi uykusuzluk vakti
Gençlik de geceler gibi eskidendi

Meraklı öğrenciler de bir yerlerde kaybolmuş gitmiş. Danışacakları kimseyi bulmayınca onlarda da ateş sönmüş. Her taşın altında birer akademisiyen, doktor, doçent, profesör… Her bir kasabada üniversite. Peki, bilim, bilgi, irfan, tevazu, dürüstlük, itibar nerde? Bunları fazlalık mı, yük mü gördük, koşuşturmalarda mı attık, nerelerde ve kademelerin hangisinde kaybettik?

Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, eskidendi, çok eskiden

Benzer konular