Bugünlerde Suriye, Halepli mültecilerle tekrar gündemde. Mülteciler mi, sığınmacılar mı, göçmenler mi? Şurası kesin ki turist değiller. Tur ajansları dergilerde, gazetelerde, internet sitelerinde ve sosyal medyada yılbaşı gezi programları teklif ediyorlar. Pasaport, para veya bir plastik parçası ile nereye istersen git. Bol bol yiyip içebilirsin, her şey dâhilmiş, Santalar, pardon Noel Babalar da orada. Her taraf rengârenk ışıklarla parlıyor, elbiseler parlıyor, makyajlar parlıyor, takılar da… Ya mülteciler? Onların yüzlerinde sadece ter damlaları ve gözyaşları parlıyor. Kurumamışsa, donmamışsa eğer.
Bugünlerde Türkiye sınırından geçecek Halep çocuklarının babaları nerede? Binlerce kadın, çocuk, yaşlı… Şimdiye kadar sınırı geçmiş veya geçecekler. Öleceklerine daha iyi. Peki, ya göğüslerindeki baba, oğul, koca, kardeş derdi? Hayatta kalmaya devam ediyorlar ama sevdikleri yanlarında olmadıktan sonra bu ne biçim hayat?
Bosna’da savaşın başladığı günlere dönüyorum. Sanki gözümün önünde kaçıncı defa gördüğüm sahne. Hepimiz evimizde, benim oturduğum zemin kattaki dairede oturuyoruz. Eniştemin bir arkadaşı arıyor, en azından ablamla çocukları, annemle beraber gelsinler diye ısrar ediyor. Konuşuyoruz. Eniştem kadınlar, çocuklar gitsin savaş bitene kadar diyor. O sırada yeni evliydik, ben gitmem dedim. Annem de arabaya binip, ablamla çocukları götürebilir. Zaten o sırada hâlâ araba ile seyahat edilebiliyor. Şehir dışına da çıkılır. Ablamın çocukları orda, Lamiya Haziran’da yedi yaşında olacak, Bakir ise beş buçuk. Sapsarı, ince, tişörtü üzerinden bile kaburgalarını sayabilirsiniz. O kadar zayıf. Kendi kendimize planlıyoruz. Evin erkekleriyle ben kalırım, bakarım onlara, daha kolay olur. Gıda teminatı, yemek falan. Annem gülüyor, zaten seni kadın âlemine pek yakıştırmıyoruz diyor. Ablam da pek gitmek istemiyor, ancak çocuklardan dolayı fedakârlık gösterecek. Annemin de ablamla torunlarından dolayı fedakârlık gösterdiğini biliyorum, tabii ablamın araba kullanamaması, annemin de tecrübeli ve soğukkanlı bir şoför olarak onları götürmesi çok makul. Daha doğrusu başka türlü olmaz.
O sırada Bakir yanımıza geliyor: “Siz kadınlar gidin, erkekler savaş sırasında ülkeden çıkmaz, savaş kaçağı olmak istemiyorum! Kadınlar gitsin, ben babamla kalır mücadele ederim!” diyor. Ön dişleri çıkarılmış, ağzını açtığında cereyanı hissedebilirsin. Elinde de mama şişesi. Annemle bakıştım, ikimiz de kahkahayı durduramadık. Ablamla rahmetli babam da gözyaşlarını. Bu şekilde ablamın da çocuklarıyla “savaş bitene kadar” yurtdışına gitme gayreti sona erdi. Son kararı beş buçuk yaşındaki oğlu vermişti. Şükür, savaştan sağ salim çıktık. Ne yazık ki Saraybosna’da kuşatma altında geçirdiğimiz 44 ay (veya tam olarak 1425 gün) içerisinde 11,541 hemşerimiz bizim kadar şanslı olamadı. Ne yazık ki bu 1425 gün içerisinde 1601 çocuk Lamiya ile Bakir kadar şanslı olmadı. Ne yazık ki 11,541 anne annem kadar şanslı olmadı. Ne yazık ki 11,541 baba babam kadar şanslı olmadı.
Bu annelerin, babaların, evlatların, kardeşlerin ölümü sevdiklerini kaybettikleri anda gerçekleşti. Bu dünyada sevdiklerinin, ciğerparelerinin hasret ateşini yakan savaş bittikten sonra kendilerinin geçirmekte oldukları yoksullukları, haksızlıkları, kanserleri, kalp ve beyin krizlerini hissetmeyecekler kadar eski acılarla nefes alıp veriyorlar. Fiilen ecelini beklerken on, on beş, yirmi veya daha fazla yıl sırada bekliyorlar. Ya savaş sırasında ayrılmış aileler? Evini, dedesinin mezar yerini, mabedini, filizlendiği toprağı, müzesini, okuduğu okulu, top oynadığı parkı veya sokakları kaybettikten sonra hayatın anlamı var mı? Hayat mı denir buna? Evet, şu anda yeni bir mülteci dalgasını görüyoruz. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar, yaralılar… Sevdikleri erkekler ne olacak? Srebrenica erkekleri gibi mi katledilecekler? Tecavüze uğramamak için intihar eden kadınların varlığını duyuyorum. Düşman eline geçmesin, tecavüz kurbanı olmasın diye kızlarını, eşlerini, kız kardeşlerini öldürme fetvası talep edenleri de duyuyorum.
Allah’ım, bu Müslümanlara neler oluyor? Tecavüz eden de, kurbanı da sözde şehadet getirenlerden! Tecavüzün de, intiharın da, masumları öldürmenin de haram olduğunu bilmiyorlar mı? Günde binlerce insan öldürülüyor. Allah’ım, ya bu ne Esed ne de DEAŞ taraftarı olanlar, Allah’tan başka kimsesi olmayan halk? Ya tekrar Halep’te kalan erkekler ne olacak? Orada yeni bir Potoçari Mezarlığı mı kurulacak Halep erkeklerinden? Savaş biterse eğer, kaç sene boyunca sivil olarak yurtdışına sevdiklerinin hasretiyle yanmaya götürülen kadınlar, çocuklar babalarının, kardeşlerinin, evlatlarının kemiklerini arayacak. Tek arzuları, bir cenaze namazı kıldırılsın, bir yerde mezarı, başlığı olsun. Çocuklar zamanla anadilini unutacak. Veya hiç öğrenmeyecekler. Kimlikleri ne olacak? Toprağından koparılmış taze çiçekler vazoda ne kadar sulandırılırsa kurur. Hele de onları zor durumlarda teselli edecek, onlara her an destek olacak babalarının akıbetini bilmiyorlarsa… Bu kadınlar nasıl geçinecek? Yaşlı annelerine babalarına nasıl bakacaklar? Tecavüzden kaçmış kadınlar evlatlarının karnını doyurmak için kötü yollara mı düşecek? Fabrikalara girse bile, yanında onu koruyacak erkeği, kocası, kardeşi, babası yokken, nasıl korunacaklar?
Ya orada kalan erkekler? Yeğenim Bakir, bizim savaş başladığında dedi ki erkekler savaş sırasında yurtdışına çıkmaz. Bir anne, bir eş, bir kız, bir teyze, bir baldız olarak soruyorum: Erkekler de ana evladı değil mi? Eşim ve oğlum yanımda olmasa, yeğenimin, eniştemin sağlık sıhhatinin yerinde olduğunu bilmesem, benim de hayatım beş para etmez.
Her hikâyenin, her olayın, her savaşın, her madalyonun iki yüzü var demeyin. Tek bir yüzü, insanlık yüzü var. Üstünde kanlı gözyaşlarıyla yazılmış savaşın durdurulma zarureti. Nasıl, kimin sayesinde. Orasını bilmem. Siyasiler bilir. Ben sadece dua edebilirim. Savaş dursun. Dursun artık. İnsanlar ölmesin. Ki insanlık ölmesin.