Edebiyat Ya Hû

Bizim ailede genel anlamıyla sanata büyük değer verilir. Hani, anne edebiyat teorisyeni, baba da grafiker olunca, çocuktan en azından her türlü sanatta bilgi sahibi olması beklenir. Çocukken, evimizde özellikle edebiyat üstün tutulurdu. Rahmetli babam bana Rus klasiklerini, Remark’ı, Cronin’i falan okuturdu, saatlerce sohbet ederdik. Bir taraftan babam, bir taraftan da rahmetli eniştem Bahriya, beni edebiyata müptela kıldılar. Çocuğumuz olunca biz de gayret ettik. Sanat sevgimizi, sanat ilgilerimizi oğlumuza bulaştırmaya çalışıyorduk. Müzik, güzel sanatlar, mimari, sinema… (eh işte orada iyi kötü başarılı olduk). Oğlumuzun hem bilgi birikimini sağlamasını, hem de bu sanatları sevmesini başardık. Tiyatro hakkında bilgilendi, pek de meraklısı olmadı. Hadi, olsun. Ama ağrıma giden edebiyatı sevmemesiydi. Yani, bir eskici olarak edebiyat derken şiiri kastettiğimi söyleyeyim. Nesiri (roman, hikâye, oyun, hatırat, gezi) severek okuyor, anlıyordu. Ama şiir evimizin baş belası. Okulda, lisedeyken okutuyordum, açıklamalar yapıyordum ama olmadı. Bir şiir veya bir şair konusunda kompozisyon yazacağı zaman performansı son derece zayıftı…

Yani, oğlumun yüz hatları bana o kadar benzemiyor olsaydı, doğum evinde başkasının çocuğunu bana verdiklerini zannederdim.

Geçen gün oğlumla konuşuyorum, şiire o kadar ilgisizlik ve anlamazlık göstermesinin nedenini merak ediyorum. “Edebiyat tarihinde şairlerin hayatlarına bakıyorsun, özgeçmişlerine. Özellikle Batı kültüründe yetişmiş olanlara. Her taraflarından mutsuzluk fışkırıyor. Aşk konusunda başarısız, mutsuz, evlerini geçindiremiyorlar, sefalet içinde kıvranıp şiirlerinde kısmetlerinden şikâyet edip duruyorlar. Kalkıp da bir şey yapacaklarına, kendi geçimlerini sağlayacaklarına, mevcut durumlarını değiştireceklerine, alkole, münasebetsiz ilişkilere, intihara sığınıyorlar. Tembellik, korkaklık mı üstün sıfatlar? Onlar mı örnek olsun, onlara mı hayran olayım? Hah, seninkiler hariç, onların yine toplumda bir yerleri vardı. Sultanlar da şairdi, kadılar da, müderrisler de, mutasavvıflar da… Yetenekli olduysa, kendini ispatlatmışsa, hamisi de oluyordu. Demek istediğim, her birinin bir mesleği vardı, ekmeğini mesleğinden kazanıyordu.” Bu “seninkiler” (yani benimkiler) kavramı altında Osmanlı veya daha önceki Selçuk, İran ve Arap şairlerini kastediyor. Bunları da pek sevmez, pek anlamaz, fakat en azından saygısı var. Açıklamasını genç bir aydın adayına pek yakıştıramıyorum ama çok net ve farklı, benim için yeni bir bakış açısı. Edebiyat tarihçisi ve teorisyeni olarak tarafsız olmaya çalışıyorum. Eserlerin ideolojik değil, sanatsal taraflarına bakmaya kararlıyım. Fakat birey olarak hayatıyla da eserleriyle de öğüt, edep, adap veren yazarları tercih ediyorum. Profesyonel hükümlerimi etkilememek kaydıyla gönlüme daha yakın olabilir. Edebiyat bu yahu.

Kimsenin bir kişiyi, bir sanat dalını, birinin eserini sevip sevmediğine karışmam. Fakat en azından istediğim birinin kişiliğine, kültürüne, sanatına, eserine önyargıyla değil, bilgi ve saygıyla yaklaşmak. En büyük şair/ressam/heykeltıraş/yönetmen, sanatında mesleğinde en iyisi, muhteşem falan ifadelerini hiç ciddiye almam. Aksine, bir eserin/sanatçının bir akımın içindeki yerinin ne olduğuna, ne anlama geldiğine, hangi mesajları verdiğine ait bilgiler olmayınca, bunları birer asılsız iddia sayarım. Sen birinin eserini oku, gör, hayatını tanı, tanıt, ondan sonra duygusal yaklaşımın ne olursa olsun, beni ilgilendirmez. Bu mahremiyettir. Zihinsel veya manevi bir mahremiyet. Seninle o kişi arasında olup bitenler beni ilgilendirmez, aranıza girmem. Bir de birini sevip sevmeyeceğine veya tarafsız olacağına karar verirken ön şart onu tanımak olur. Onu tanımak için kendisine yaklaşmanız lazım. İster birey olsun, ister toplum, ister millet, ister kültür, ister sanat, ister örf adetler olsun, hepsi için geçerli.

Doğru, biraz dolaylı konuşuyorum. Bir şeyi tanımadan hüküm kesmek, onu sevmek veya ondan nefret etmek kadar abes bir şey yok. Hepsi sözde, söz ise sabun köpüğü, uçar gider. Fiilen bir şey olmayınca, niyet gibi olur, ne sevabı ne de günahı var. (Bu arada, yazı fıkrasız mı olsun: Selefi spor sunucusu futbol maçını yorumluyor, hakem de selefiymiş. Gol yok, bir şey yok, boğdurucu bir maç. Tam da son dakika, bir futbolcu topu doğrudan hemen hemen boş kaleye yollar, kalecinin de kımıldamasına gerek kalmaz, top kalenin dışına gider. Heyecanlı sunucu hakemin hareketlerini takip eder, var sesiyle “Goooool” diye bağırır. Arkasındaki kameraman, “Nerde gol, görmüyor musun, top kalenin dışında kaldı” deyince sunucu da, “Olsun, futbolcunun iyi niyeti vardı” demiş.)

Tam da dolanarak istediğim noktaya geldim. Bosna, Türkiye’de sevilir. Merak edilir desek daha doğru olur. Sevmeyi sonrasına bırakın, ne olursunuz, sizden ilk Bosna’yı tanımanızı rica ediyorum. Kültürüyle, sanatıyla, diliyle, edebiyatıyla, yemekleriyle, sokaktaki insanların hareketleriyle. Ezberden, falanca abinin anlattıklarından değil, birinin yemek bahsinden yemeğin tadını hissedemezsiniz. Tadına bakmadan size uyar mı uymaz mı bilemezsiniz. Eh, diğerlerine inanmayın bana inanın da demem. Özellikle bana inanmayın! Çünkü ben de edebiyat bahsiyle size edebiyat güzelliklerini tattırmam. Doğru, Bosna’nın ancak İstanbul’un Fatih ilçesi kadar nüfusu var. Kim uğraşsın diliyle, edebiyatıyla dersiniz. Sırpça, Hırvatça da üç aşağı beş yukarı hemen hemen aynı diller (yani siyaseten olmasa bile dilsel olarak birbirimizi anlıyoruz). Dil öğrenmek, hele de ciddi edebiyat okumaya yetecek kadar dil öğrenmek biraz yorucu. Bize de bu yabancı dil keramet olarak gelmedi, yemin ediyorum. Merakım vardı, emek verdim de Allah yardımcım oldu. Fakat bizi seven, bura kökenli olsa da olmasa da, burayı sahiplenen seksen milyondan kaç kişi dilimizi öğrenmiş? Hani çarşı pazar işlerini yapabilmeye yetecek kadar değil, edebi eserlerde nüansları fark edip bu eseri dilinize aktarabilecek kaç kişi var? Şimdi bana, Boşnak ecdadınız eserlerini Osmanlıca (kimi de Arapça veya Farsça) yazmışlar diyebilirsiniz. Doğru, bugün Boşnak çağdaşlarımızdan bazıları eserlerini İngilizce, Almanca veya Fransızca yazıyorlar. Fakat sizin de büyükleriniz dilimizi biliyorlardı. Mesela Kanuni Sultan Süleyman. Mesela Fatih Sultan Mehmet. Bizim de sultanlarımızdı onlar. Osmanlı sarayında bilinen dillerden biri bizim dilimizdi. Fakat bir fark var: Onlar sultandı, onlar büyüktü, onlar zengindi, onlar şairdi, hükümdar olmalarına rağmen ellerinde birer zanaat da vardı. Ya bizim kuşak?

Edep ya Hû!

Sırf merakınızı uyandırmak için, Allah ömür verirse, önümüzdeki sayılarda edebiyatımız hakkında ipuçları veririm. Gerisini gayretinize bırakıyorum. Yoksa niyetiniz iyi olsun!

Benzer konular