Size bir şey sorayım: Karşınızdaki gözünüze baka baka yalan söylüyorsa ne yaparsınız? Bu saçma psiko-testlerdeki bir soru değil, ciddi soruyorum. Zararsız bir örnek vereyim: Karşınızdaki bayan arkadaş neden kilo aldığını anlamadığını, hiç bir şey yemediğini, kilo aldıran meçhul bir hastalığa yakalandığı şüphelerini anlatırken, önündeki servis tabağında çörek pasta börek ne varsa, endişeli yüz ifadesini koruduğu halde, kelimelerinin arsında ışık hızıyla ağızının karanlık bölgesinde kayboluyor. Veya gençlik arkadaşınız size zamanında peşinden koştuğu, onu kendine bağlamak için yapmadığı kalmamış adamın onu ne kadar sevdiğini, kendisinin ona hiç ama hiç yüz vermediğini anlatırken, tam tersi olduğunu bilmene rağmen, sana hikâyenin farklı bir yüzünü gösteriyor. Bu geçmiş, eski zamanlarda kalmış bir hatıra, neticesinde yıllar geçtikten sonra önemsiz oldu. Hayır, seni sadece kendi bildiği bir sebepten olay akışının tam tersi olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Sen de gözüne baka baka yalan söylediğini söyleyemiyorsun. Yani kafanda: Ne olursun, bana anlatma bari, şahidim, gördüm, kimsenin hakkında hüküm vermek haddim değil ancak gördüm, ordaydım, bunamadım bunca yıl içerisinde, olup bitenleri çok iyi hatırlıyorum diye hızlı bir altyazı geçiyor. Şaşkın bir tebessümle başını sallıyorsun.
Kaç defa benzer şeyler yaşadığımı bilmiyorum. Kaç defa da yalana ne gerek var diye sormadığım için kendi kendimle tartıştım. Bana edep diye bir şeyi öğretmişler, karşımdaki yalan söylemekten utanmıyor, benimse doğru söylemekten utanç duymam gerekiyor bu edebe göre. Hadi, bu zararsız deyip geçiyorum. Karşımdaki gerçekleri bildiğimi biliyor, orada olduğumu, gözümle gördüğümü biliyor ve tam tersine ikna etmeye çalışıyor. Ben de susuyorum. İkiyüzlüyüm, kendimi kirli hissediyorum, artık ne gerek var desem, ne olursun yalan söyleme dersem, saygısız olurum. Yani saygısızlık üstümde kalır, yalanlarla zekâma, hafızama, bildiklerime saygısızlık gösterenin üstünde değil. İşte bu zararsız ve birinin özel hayatını ilgilendiren yalanlar üzerine kayıtsız kalsam da hazmedilecek olmasa yutulur.
Fakat iş ciddiye binince, ister bilgi, bilim konusu olsun, ister hayati önem taşıyan şeyler…
Hırsıza da yüzüne bakarak hırsızsın demek ayıp oldu. Utanıyoruz, çekiniyoruz. Arkasını dönünce, yanımızdakine fısıldayarak, “Dikkat et, bu hırsız” diye uyarıyoruz. Yanımızdakinin yanında dururken cebine elini sokup cüzdanını çalarken sadece tebessüm ediyor, görmemezlikten geliyoruz. Hırsızsın demek edep dışı, saygısızlık oluyor. Arkasından konuşmak daha iyi sanki. İftira atmak da kolay, kimin umurunda. Sadece yalancının, hırsızın, naehlinin yüzüne, sakin, öfkesiz, kişiliğini değil davranışını eleştirerek uyarmak, saygısızlık, edepsizlik sayılır. Yaptığı pislikten ötürü utanmayanı uyarmaktan utanıyor olduk.
Veya ömür boyu uğraştığınız bir konuda (konuyla ilgili Wikipedia bilgilerini bile okumadan) karşınızda inciler dökmeye kalkarsa. Hele de dinleyici kitlesi önünde. Para karşılığında. Telif karşılığında yani. Bu da paha biçilmez bir tecrübe. Sabır ve edep imtihanı. Çoğumuz doktorlar önünde doktorculuk oynamayı seviyoruz, biliyorum. Kendi kendimize teşhisler koyuyoruz, ilaç öneriyoruz. Karşımızdaki doktordan sadece onay bekliyoruz. Ne anlasın doktor tıptan, değil mi? Tıbbı inkâr ediyor, teşhis, tedavi metotlarını da. Olsun, herkes kendi hayatından, bedeninden sorumlu. Üzülebilirim ama karışmam. Milleti tedavi ederek geçimini sağlamaya başlayıncaya kadar.
Neyse, geçenlerde bir konferansta, iki-üç konunun ehli olan konuşmacı, yanlarında da bir amatör konunun sevdalısı vardı. Fazlasıyla zaman almamak için işinin ehli olanlar tevazuuyla birkaç kelime söyledikten sonra, bu amatör arkadaş bilimsel gerçeklerle alakası olmayan şeyleri uzun uzadıya açıklamaya başladı. Katılımcı dinliyor, tabi bir şey duymaya gelmişler. Konferans konusunda uzman konuşmacılar ağzı açık, yüzleri utançtan kırmızı dinliyorlar. Bir şey söylemek ayıp. Adamın cahilliğinden, cesaretinden de utanmışlar. Anlıyorum. Bilgi sahibi adaplı olur, bu doğal. Fakat bilgi sahibi, ilim ehli dürüst de olacak. Yanlışları düzeltmek onun davası değil mi? Alanındaki kitaplarda gördüğü ciddi hatalar yüzünden bu yanlışları yazmış kişiyi uyarmaz mı? Yani yakını, meslektaşı, şefi olsa bile. “Eflatun’u severim, ama gerçeği daha çok severim” ifadesi kulağımıza, gönlümüze tanıdık gelmiyor mu? Orada, olay yerinde, milletin içinde: Değerli meslektaş/sayın bey /bayan, bu konuda doğru bilgiler falan kitaplarda, falan kaynaklarda bulunur, belki görmeye fırsatınız olmadı veya bu bilgileri göz ardı etmişsiniz, okumanızı tavsiye ediyorum demek mümkün değil mi? Hayır, biz de genellikle yapmacık bir tebessümle dinliyoruz, konferanslarda, sempozyumlarda, kitap tanıtımlarında “ağam, paşam, hocam, üstadım” diye diye birbirimizi övdükten sonra, sırtımızı çevirdiğimizde hata yapanın, yalancının, hırsızın arkasında konuşuyoruz. Hata yapanın hatasını, cahilliğini, gerizekalılığını, kişiliğini, karısını/kocasını, annesini, babasını, dokuz kuşak dedesini ağzımıza alıp eleştiriyoruz, alay ediyoruz. Yoksa yanlışın önünde gözlerimizi kapamak. Yokmuş gibi davranmak, bu yanlışları duymuş dinleyicileri yanlış bilgilerle evlerine göndermek. Bizim için ayırdıkları vakti heba etmek. Ancak yüzüne söylemek yok. Saygısızlıkmış. Edepsizlikmiş. Mertlik diye bir şey var mı?
Arada bir akıllı telefon olup fabrika ayarına dönmek istiyorum.