Çok mu terslenmişim nedir, kendimi hep gençlerden yana bulan ben, genç nesilleri eleştirmeye başladım. Bizim kuşak yaşlılara, bizden önceki hocalara, özellikle alanımızda emek verenlere saygı duyuyordu. Önceki bilim adamlarının çalışmalarında bir hata görülünce zamanın şartlarıyla, zorluklarıyla, bilgi ve kaynaklara ulaşamamakla yorumlanırdı. Çalışmalarımızı bir önceki kuşağın çalışmalarının devamı, onlardan önceki çalışmalarının devamı olarak algılıyorduk. Zamanımızın akademisyenlerine göre on kat fazla bilgi, bilimsel çalışmalarında olgunluk, derinlik ve ciddiyet sahibi tanıdığım araştırmacıların bazıları, sırf tevazudan doktoraya başvurmak, tezini teslim edip savunmak istemezlerdi. Yani, titr uğruna değil, bilim uğruna çalışıyor olduklarını vurgulamak isterlerdi.
Bunlardan biri, rahmetli Salih Trako’ydu. İster Osmanlıca, ister Farsça edebi metinlerin, ister arşiv belgelerin okumasında takıldık mı, Salih Hoca’ya başvuruyorduk. Kendisi de her türlü yazmayı kendi eliyle yazmışçasına kolay kolay çözüyordu, hep de tebessümle. Çalışmaya başladığımda Enstitümüzden emekli olmuştu, fakat arada bir geliyordu. Hepimiz, bir önceki gelişinden biriken çözemediklerimizi önüne getiriyorduk. Lisans öğrenciliğimde Farsça Edebiyat Uygulama derslerine giriyordu. Kendisi lisans mezunuydu, fakat kendisinden birçok şeyi öğrenmiştik. Çalışmaya başladığımda, bir yerde takıldım mı Salih Hoca gelir çözer diye bilirdim.
Hastalığı ilerleyince artık Enstitüden ayakları kesilmişti, biz de topluca onu köydeki evinde ziyaret ediyorduk; vefatına kadar çözemediklerimizi kendisine çözdürdük. O kuşak gitti, ondan sonraki kuşağa da başvurduğumuzda, bazen nazla, bazen niyazla karşılanıyorduk, çoğu zaman boş dönmüyorduk. Bu arada bizim kuşak çalışmalarının üzerine eğilmiş, dışarda ne olup bittiğinden habersiz, kendi modunda ve kendi modasına göre bilim hayatına devam etti. Birden uyandık, etrafa baktık ki bizlerden yaşça büyük bir-iki kişi ya kalmış, ya kalmamış. Doktora için olgunluk, daha önce yayımlanmış bilimsel makaleler, bilim matbahında uzun bir pişirme süreci artık istenmiyor. Bolonya düzeni, üç artı iki (bu ikiye yüksek lisans denir, bilginize), artı doktora dersleri ve bir-iki yılda yazılan tezler filizlendi. Hızlı akademisyen üretimi, tıpkı hormonlu tavuk üretimi gibi. Kısa sürede akademi sofrasına iri bir piliç geliyor. Yani, boyutuna kapsamına bakılınca, standartlara uygun. Yöntem de tatmin edici, teknik özellikler de. Fakat, orada garip bir şey var. Tadı, kokusu yapay. Hızlı büyümüş. Güneşi görmemiş, hep yapay ışık altında, önüne ne getirildiyse yemiş. Bahçedeki topraktan yemini bulmaya gayret göstermemiş. Büyümüş de sofraya gelmiş. Pişmiş. E, nasıl tanıyacaksınız bunları? Seslenirken “Dok-dok-dok-toraaaam var”, makalesini yumurtladığında “Benden önce ki-ki-kimse bu ko-ko-ko-konuda bir şey yapmamııııış”, “Benim ka-ka-ka-daar kimse bilmeeeez” diye sesleniyor.
Ağırıma en çok giden bir şey de, belirli alandaki yetmiş küsur yıllık çalışmaların varlığını inkâr ediyorlar. Bunların arasında hadi, sen kimsin ki seni reddetsin, ama senin hocalarını, onların da hocalarını, bir bilim zincirini inkâr ediyorlar. Bireyleri inkâr etsin gitsin, fakat kurumları inkâr etmek… Karanlıkta ondan öncekileri görmemiş olabilir. Yoksa varlıklarını biliyor, fakat patronundan, dünyanın en büyük hazır yem çuvalının gagasına geleceğini umuyor. Belki bir gün kanatları açılır, uçar diye hayal kuruyor. Belki de bir gün deve kuşu olarak uyanıvereceğini hayal ediyor. Kim bilsin, kim kime danışsın… Hakemli dergilerde makale yayınlamak için sırada bekliyorlar, kitapları da. İçerdekiler rakamlarla belirlenmiş, kulağa hoş gelen meta-dil kavramlar, uydurukçalar, içerisi boş değilse bile bol delikli. Şekli katmerli olsun…
Şimdi, kabahat bu genç nesillerde değil. Öyle dersem günaha girmiş olurum. Üniversiteler sanayi olunca, eğitim vazifesi üstüne ticari hedefler öne çıkınca, her zaman geçim sınırında yaşayan akademisyen, alıştığı maaştan biraz fazla görünce, bakış açısı değişiyor olmalı. Biz, Araf’ta kalan kuşak olarak, belki fırsat bulamadık; fırsatımız olsaydı belki biz de banka hesaplarımızı düşünürken, ev-araba kredilerini, çocuklarımızın düğünlerini düşünürken, kolay geçirirdik… Piyasa şartları diye kendimizi savunurduk. Üniversitemiz de bizden bunu talep ediyor. Yok, standartlarımız fazlasıyla yüksek olunca, üniversiteler de Amasya bardağı gibi, biri olmasa bir daha. Komşu ülkelerde de üniversiteler var, adaylarımız oraya gider, bitirir, para da ülkeden gider, üniversitemizden de, elimizden de. Fast fashion gibi, tüketiciye uygun, tüketiciyi de alıma teşvik ediyor, vadeli ödemeler, akşam saatlerinde dersler… Öğrenci artık müşteri, malını ödemesi önemli, götürüp götürmeyeceği seni ilgilendirmez. Puanlama sistemi var, öğrenci belli bir yüzdesini alıp geçiyor. Göz kararıyla artık olmaz. Eskiden geçer not almak için öğrenci ders içeriklerini tamamen bilmek zorundaydı, geçer not ile en yüksek not arasındaki tek fark öğrencinin ilgisi, anlatım kabiliyeti, mecburi ders kitapları yanında kaynakçaları okuma alışkanlığına bağlıydı. Şimdiki sınavlar puanlı, öğrencilerin bazıları şıkları loto-toto gibi seçerek şansını deniyor. Mademki her yerde öyle, standart öyle, hadi parayı biz alalım bari diyorlar. Çünkü doktora eğitimi devlet tarafından karşılanmıyor, burs da yok, aday kendi imkânlarıyla ödüyor, hem de nasıl ödüyor. Parayı veren düdüğü çalar. Düdük ne ve kim olursa olsun.
Şükür ki bu modanın içinde faal olmaya fırsat bulamadık. İlgisizlikten mi, çalıştıklarımıza fazlasıyla dalıp dışarda olup bitenlerden habersiz olduğumuzdan mı? Belki Osmanlı dönemiyle ilgilenmemden kaynaklanıyor, eski talebe-müderris ilişkisine, karşılıklı ilgiye, hürmete, olgunluğa hasret çekiyorum. Kitabın da, sahibinin vefatından sonra en değerli miras öğeleri olarak kaydedilişine… Bilimin, tefekkürün, bilgeliğin mevcut olduğu zamanlara… İnsan yetiştirmenin seri üretim olmayıp sanat olduğu dönemlere… Yok, bana “Neo-Osmanizm” yakıştırmayın, alakası yok. Sadece serçe büyüklüğünde bir deve kuşu kafasını kuma gömmüş olarak algılayabilirsiniz. Bu da bir tercih. Hoşgörü gerektirir.
Annemi düşünüyorum. Kendisi, okul arkadaşlarıyla birlikte, her sene lise hocalarına hatim okuyordu. Arkadaşları da birer birer dünyayı terk etmeye başlayınca, yerlerine kız kardeşleri, gelinleri, kızları, yeğenleri geliyordu. Hâlâ bu hatim okumalarına devam ediyorlar. Annem her namazdan sonra hocalarına da dua okuyor. Mezun oluşunun üzerinden yetmiş sene geçti. Ya biz hocalarımızı ne kadar hatırlıyoruz? Hocalarımızdan dolayı değil, kendimizden dolayı endişeleniyorum.