Şehirlerimizi, sokaklarımızı, insanlarımızı zor yazarım. Daha doğrusu, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan sonra Türkiye şehirlerini, İvo Andriç’ten sonra Saraybosna’yı, Travnik’i yazmak amatörce gelir. Kalemin güçlü olsa bile. Dolayısıyla en çok kafamı kurcalayan alışkanlıklarımızı, bakış açılarımızı, önyargılarımızı yazmaktan hoşlanıyorum. Genel olarak. Bireyleri değil, istisnaları değil. Genelin karşısında örnek bir birey olsa, olur. Fakat bireyi kendisine karşı duyduğum sevgi veya nefret yüzünden yazmamaya gayret ediyorum. Birey zaten önemli değil, önemli olan varlığının sonucu: Hareketleri, amelleri, tavrı. Bireyin tavrı ötesinde bir de toplumun tavrı ilgimi çekiyor. Eh işte, biz Bosnalıların bir durgun sularda yüzme alışkanlığı var. Bir nevi değişiklik korkusu. Nasıl yani? Bekleyin, açıklayacağım. Yani, açıklayacağımı düşünüyorum. Mesela birimiz bir şirkete giriyor, ağzı hâlâ öğrenci karnesi, üniversite diploması kokarken bir şirkete, bir yere giriyor; işinden, mesleğinden, şefinden memnun olsa da olmasa da işini zor değiştirir. Oracıkta kemikleşip kalır.
Annem, çalışmaya Yugoslavya’nın bir tekstil fabrikasında muhasebeci olarak başladı. O şirketlerin geliri az olunca, sabah akşam çalışsa da aynı. Mesleğinde çok başarılı biri, iki-üç kat daha yüksek maaşlı bir şirkete çağırıyorlarsa, yok gitmez, arkadaşlarını bırakmaz. Sadakat mi, değişiklik korkusu mu, emeklilik yaşından on-on beş sene önce iyi bir şirkete geçmiş. Rahmetli babam da ilk tayinlere göre birkaç yerde çalışmış, sonra bir ilkokulun kurucu müdürü tayin edilmiş, iki okul birleşince emekliliğine kadar aynı okulda müdür yardımcılığı yapmış. Ablam da çalışmaya başladığı şirketten emekli, eniştem asistanlıktan profesörlüğe kadar aynı yerde, eşim de aynı, ben de bunca yıl yerimden kımıldamadım. Çocukluğumu geçirdiğim evden bile çıkmadım. Her zaman her şey pembe toz muydu, tabi ki değildi, fakat değişiklikleri pek sevmeyiz. Ev döşemesi de genellikle aynı. Annemin evinde çocukluğumdan bildiğim oturma takımı bile yenilendiğinde aynısıyla yenilenir. Annem mobilya mağazasına gider, alıştığı oturma takımının aynı modeli olursa alırdı. Ufak tefek renk kumaş değişikliği hazmedilir, ama odanın içinde koltuk sayısı modeli düzeni hep aynı. Dolap aynı, sehpa aynı, mutfak aynı, halılar aynı, koltuk takımı aynı. Bir cezve eskiyince yenisi, aynısından alınır. Şimdi annemi eleştiriyorum, hâlbuki ben de aynıyım. Annemin de evin telefon numarasının değişmemesi için yapmadığı kalmadı. Bizim durgun sularda yüzmek daha çok hoşumuza gider, vesselam. Allah daha kötü günler göstermesin diye. Böyle alıştık böyle gider devam eder. Biri bir marka araba kullanıyorsa, hep ondan alır. Ben de istisna değilim. Eş konusunda da hemen hemen aynıyız. Şükür. Fakat eşinden hep şikâyet edip de ayrılmak boşanmak aldatmak aklına gelen insanları tanıyorum. Yalnızlıktan mı korkarlar, değişiklikten mi, kim bilsin. Hayatlarına katlanıyorlar, sadakat mi nedir, yaşamaya devam ediyorlar. Dost konusunda da. Etrafımda ilkokul, lise, üniversite arkadaşlarım, eşimin de. Ayrı ayrı görüşüyoruz onlarla. Annemin de ölümüne kadar arkadaşlıkları çok sabitti.
Biz buna sadakat deriz. Biri bir yerde ikamet ediyorsa, ölümüne kadar orada kalmayı hayal eder. Bir nedenle oradan ayrılırsa, bir daha dönmez. Kalır durur. Son 150-160 yıl içerisinde sürgünlere, göçlere maruz kalan Bosna Hersek vatandaşı geldiği yere konur. Hasret çeker, ağlar ama dönmez. Şunu da deneyeyim, başka bir yere gideyim demez. Hiç de göçebe mizacımız yok. Bunlar biraz garibinize gidebilir, farklı gözükebilir. Fakat tarz mı diyelim, üslup mu, hazmedilecek derecede. İşte bu aynı olmaya, aynı yerde durmaya, aynı evde oturmaya alışmış ben, başka bir alışkanlığı, tarzı, üslubu, durgun sularda yüzmeyi anlamıyorum. Onu da etrafta görüyorum, fakat bu kadar aynılaşmış ben onu bir türlü anlamam, hoşgörü göstermem, hazmedemem. Makam alışkanlığı. Biri bir makama tayin olunca oradan gitmek istemiyor. Yani terfiler kabul edilir, mesela belediyeden daha üst bir idari birime geçme, milletvekilinden bakan olma imkânı bunlarca kabul edilir. Fakat bir şey var: Siyasete bir giren ondan vazgeçmez. Müdürlükler. Bu alışmışları müdürlüklerinden, makamlarından, meclis koltuklarından, bakanlıklardan ancak teneşirde çıkarabilirler. Teneşir için iradesi, onun kabulü falan gerekmiyor, bir de makamdan olduktan sonra sızlamalarını duymuyoruz, bu bir gerçek. Yani biz duymayız da…
Hadi, hem kendime hem de siz sevgili okurlara açıklamaya çalışayım: Mesela biri bir partiye girmiş, farz edelim ki partinin ilkeleri için mücadele etmek istiyor. Çalışmış, gayret göstermiş, aday gösterilmiş, vekil seçilmiş. Bu kadarcık küçük bir Bosna’da belediyeler, on kanton, iki entite, bir devlet, hepsinin meclisleri var, hepsinin de hükümetleri, bakanları, başkanları, meclisteki koltuklara göre kamu sektör şirketlerin müdürlüğüne müdürler, yardımcıları tayin ediliyor. Tam “koltuk sayısı nüfus kadar” demek için ağzınızı açmışsınız… Yok ya, aynı insanlar hep meclisten meclise, koltuktan koltuğa, müdürlükten bakanlığa, bakanlıktan tekrar daha yüksek bir meclise… Bir parti bu koltuğa yapışmış olandan usandı mı, iş kolay, başka bir partiye geçer, onun ilkelerini, görüşlerini savunmaya başlar, şart koyar hemen bir meclis için listeye girer seçilir. Yeni devre, yeni parti, eski koltuk sevgisi.
Şimdi trajik hikâyelere geleyim (tabii ki bu bizim evdeki döşeme-iş yeri-araba markası alışkanlığını merak etmiyorsunuz, illa ki notlarımda bir trajik veya çok komik bir şey olacak ki okuyasınız). Meclis, bakanlık, başkanlık, müdürlük koltuklarını gezmiş birini düşünelim, ilk partisi onu artık listelere koymuyor, başka bir partiye transfer olmadan eski partisi aleyhine konuşmaya başlar, kendisine yapılmış haksızlıkları önüne gelene anlatır durur, acırsın haline. Bunca koltuk hizmetinden sonra, belediye meclisi, kanton, federal meclisi, devlet meclisleri, bakan yardımcılığı, bakan vekâleti, bakan, müsteşar, müdür koltuğunu ısındıktan sonra artık ayrılmayı bir türlü kabul etmiyor adam. Koltuk tecrübesi var yani. Nasıl partidaşları bu haksızlığı yapabilirler? Senden de empati beklenir. Bunca zaman içinde ne yaptığını sorsanız, ah sen siyaset nedir bilmiyorsun, sana bunu anlatmak mümkün değil… Koltuk koltuk dolaştın, ev yaptın, oğlunu damadını bir yerlere yerleştirdin amenna, ama seçmen için, devlet için ne yaptın diye sorarsan, suratı asılır, yarı zavallı yarı geri zekâlı yarı öfkeli bakışıyla bakar. Ben kimim ki bana hesap versin? Avamdan bir seçmen. Anlamıyorum, yani. Sen kimsin ki anlayasın, senin aklın oraya varmaz! Peki derim, neden bana şikâyet ediyorsun? Seçmensin, sana doğrusunu, doğru seçimi, doğru partiyi, doğru siyaseti göstereyim diyecek. Yeni devre. Yıllar önce yaptığı mesleğini unutmuş, sadece siyasi veya müdür olabilir. Geriye gitmek yok. Yeni parti, yeni makam, eski kadro.
Ey gidi günler, eski zamanlar! Rahmetli babam bizi parka götürdüğünde, salıncağa oturduk mu, birkaç dakika sonra indiriyordu. Diğer çocuklar da bekler diye. Bekleyenlere haksızlık yapmayalım. Keşke babamız yaşıyor olsa, keşke babamız olsa, keşke bir baba adam olsa, yeter artık, oynamayı, sallanmayı, koltukta oturmayı bilen diğer çocuklar var dese…