Bosna’nın gerçek hayatından kareler I
Savaştan bu yana her seviyedeki yetkililerimizin Türkiye veya başka bir dost ülkenin yetkilileriyle buluşmasında kaslarımda bir gerginlik oluşuyor. Sakın ha dilencilik yapmasınlar, para yardımını istemesinler, sakın borçlanmasınlar. Zaten IMF’den yeterince borçlanarak bürokrasi maaşları, emekli maaşları derken sanayinin gelişmesine, altyapının onarılmasına beş kuruş kalmaz. Ve tekrar borçlanmalar, giderler…
Birkaç yıldır devlet üniversitelerinde, devlet sağlık ocaklarında yeni kadro tayin edilmez. Azrail’e de dur denemez. Kanuna göre emeklilik yaşına gelenler emekli oluyor. Sağlık ocaklarından ihtisasa gidecek genç doktorlar da yok. Yıllardır yeni kadro atama yasağını gerektiren kanun yürürlükte. İhtisasını yaptıktan sonra (babasının parasıyla ihtisas masraflarını ödemek kaydıyla), özel muayenehane için de yatırım lazım. Henüz isim yapmayan, tecrübesiz bir doktora kim gitsin, hem de kendi cebinden ödesin… Merkeze gelenler de bir daha memleketlerine geri dönmek istemezler. İş imkânı olsa bile. Devlet bütçesinden, işçinin vergisinden finanse edilen devlet üniversitesinde eğitim görenler el âlemin yaşlılarına hizmet etmeye gidiyorlar. Eğitimlerine yüz binlerce dolar yatırım yaptığımız gençleri gelişmiş, zengin ülkelere çalışmaya gönderiyoruz. Emekliler bize kalıyor. Yaşlılar, hastalar, güçsüzler, tembeller ve devlet bürokrasisi. Burada deli kim, fakir kim?
Peki neden bunları anlatıyorum? Belediye başkanlarından bakanlara kadar tüm yetkililer yardım talebiyle geziyorlar. Beni rahatsız eden o. Yeter artık, çalıştırın bu milleti, gelen yardımı yemeyin, yatırım yapın diyesim geliyor. Dinleyen var mı? Türkiye örneğini anlatmaya başlarsam, hayalperest görüyorlar. Yurtdışında eğitim görmüş, ihtisas yapmış kadrolar teşvik edilmiş, Türkiye’ye geri dönmüş, ülkelerinin daha da çok gelişmesine katkıda bulunuyorlar. Bizzat tanıdığım insanlar. Boş durmanın ne olduğunu bilmeyen insanlar. Kimin aklına geldiyse, bizimkilere de öğretsin. Buğday değil, bizimkilere nefes versinler. Hazır balık yerine oltalar dağıtılsın!
Çocukluğum, tekrar
Evinden sürgün, yaralı, yaşlı, çocuk, hasta, aklını oynatmış biri sadakaya muhtaç. Gerisi ekmeğini kazansın. Belki bu biraz yetişme tarzıyla alakalı. Çocukluğumda bayramlar hariç (bizde bayram sadece Ramazan ve Kurban Bayramına denir) bize boşu boşuna para vermezlerdi. Harçlık yani. Hiç de eksiğimiz yoktu, ama annemin kuralı “hak et, alırsın” idi. Çöpü dökmek, evi süpürmek, camları silmek (ev temizliğinden daha çok ablam kazanıyordu, olsun; ev temizliğini yapmamak için bin bir bahane bulurdum, kendime bir sürü harçlık kazanma yöntemini buldum), bulaşıkları yıkamak, ütü yapmak, yemek yapmak, misafirlere servis yapmak gibi işler karşılığında ödüllendiriliyorduk. Hele de iyi not (sadece pek iyi sayılırdı) karşılığında. Buna yeni öğrendiğiniz bir duayı eklerseniz… Okuduğunuz kitaplar da ödülleniyordu. Ve her hizmetin sabit “ücreti” vardı. Pazarlık da yoktu. Zam geldi, fiyat düştü, başka sefer vereyim gibi şeyler yoktu. Ancak para hiç sebepten verilmezdi bizim ailede. Çalışanı teşvik etmek, tembeli cezalandırmak gerektiğini çocukluğumda öğrendim. Özgüvenim de bu şekilde oluşmuş. Mademki kendi ihtiyacımı kendim karşılayabilirim, bir değerimin de olduğunu öğrendim.
Gururum kırıldığında
Geçirdiğim, yaşadığım Bosna savaşında pek ağlamadım. İlk ağlamam, ilk kez tanıdıklarımın şehit olduğu an değildi, o sefer donakalmıştım. İlk insani yardım aldığımdaydı. Mahallede kuyruğa girdik, bisküvi, süt tozu, kuru fasulye ne dağıtmışlar artık hatırlamıyorum. Poşetlerin içinde ne olduğunu ağlamaktan göremedim. Onuruma dokundu, ilk defa hak etmeden bir şey alıyorum. Kendim de kazanamıyorum. 26-30 yaşlarımı savaşta geçirdim. Ömrün en verimli, en heyecanlı dönemi olsa gerek. Bir filmde mi izledim, yoksa bir yerde mi okudum, artık hatırlamıyorum; ancak Kızılderililerin erimelerine, direnişlerinin yok oluşuna asıl sebeplerden alkole alış(tırıl)maları ve çalışmadan, kazanmadan yardım görmeleriydi. Yüce Hak’tan başka herhangi bir kimseye, herhangi bir nesneye müptela, muhtaç olunur mu?
Bosna’nın gerçek hayatından kareler II
Biliyorsunuz, bizde belediyeler, şehirler, kantonlar, Bosna ve Hersek Federasyonu ile Sırp Cumhuriyeti var. Ülkenin iki birimi bir de devlet var. İstisnasız, saydıklarımın hepsinin birer millet meclisi, hükümet ve yandaki bürokrasi, başkanlar, şoförler, sekreterler, resmi ve gayrı resmi sözcüler, üst kademelerdekilerin korumaları ve etrafı kuşatmış çanak yalayanları var. Tabii bu sonuncuları, methiyesini bolca yağdırdıkları kimse makamından olunca, ağızları dolu, yaladıkları çanaktan kokmuş kalıntılarla eski patronlarının yüzlerine tükürüyorlar. Fabrikalar çalışmıyor, fabrika kime lazım dersiniz, geri zekâlılar çalışsın, topraklarını işlesinler, doğudakiler çalışsın, üretim yapsınlar, hazıra konmayı tercih ederiz, biz ya devlet bürokrasisinde oturur tepeden bakarız, ya sivil toplum örgütlerinin verdiği maaşla geçinerek bir kahve köşesine oturup devlet erkânını eleştiririz. Somurtkan yüzümüze gözlüklerimizi takarız ki millet bizi aydın sansın, bu ciddi yüz ifademizi görenler hiçbir şey sormasınlar, durumun o kadar ciddi olduğunu düşünsünler, bir şey sorarlarsa, karşısındakinden genel durum ciddiyetiyle ilgili uzun vadeli uyku kaçırıcı cevap alacağını hissetsinler. Ciddiyet göstergesi olarak bilgisayarımız olsun, laptopumuz olsun, tabletimiz olsun, cep telefonumuz olsun, mademki önemliyim, her yere zamanında yetişmek için hızlı bir araba bana yeter.
Devlet de işlemiyor. Üçlü millet yapısı bahane. Boşnaklarla Hırvatlar bir şey istiyorlar, Sırplar reddediyor. Hırvatlarla Sırplar, yok bu sefer Boşnaklara karşı oyun hazırlamışlar. Uzlaşmaya varılmış derken, liberaller, sağcılar, solcular, öz çıkarıcılar, kumral saçlılar, kimi kimsesi çıkar devlet çalışmasın diye engeller. Herkes de stratejik uzmanı kesildi. Ve yirmi küsur yıldır böyle devam ediyor. Dost ülkeleriyle bir araya geldiklerinde, emotikonlar var ya, yüzlerine yarı üzgün yarı utangaç ifadesini kopya ediveriyorlar, yardım istiyorlar. Savaştan yirmi yıl geçtikten sonra ne yardımı? Gururuma dokunuyor.
Osmanlı’ya kaçış
Osmanlı dönemi düşüncesine kaçıyorum. Camiyi, tekkeyi, medreseyi kurmuş her bir devlet adamı, bu tesislerin giderlerini karşılayacak geliri sabit olan vakıf da bağışlamış. Onarım lazımsa, imam, müezzin, müderris, şeyh maaşı lazımsa nerden sağlanacağı da belli. Sağlıklı bir ülke, bir kurum, bir toplum ancak kendi geçimini sağlayarak uzun ömürlü olabilir. Zamanımızda inşa edilmiş camilerin ısıtma elektrik faturalarından cemaat şikâyet etmeye başladı. İnşa edilen kültür merkezlerini faaliyetlerle, insanlarla doldurmak lazım. Giderleri karşılayabilmek için gelirleri sağlamak. Tarihten örnek almışız. Sadece kopya çekip zamanımıza uydurmak kaldı. Gururla. Dedim ya, buğday yerine nefes, balık yerine olta lazım.
Evet, ve 65. Hükümet Türkiye’ye hayırlı olsun!