Türkler’in Bosna algısına bir yazıda değindim, şimdi azıcık da olsa Boşnaklar’ın (ve Bosna Sırp veya Hırvatlarının) Türkiye algısına değineyim. Merak etmeyin, her şey bir yazıda bitmez. Upuzun yazarım bunu, Allah nasip ederse tekrar bu konulara dönerim, ancak yazılarım hep bir alanda bir konuda olursa kendimi boğdururum!
Zihinsel kazılar
II. Dünya Savaşından hemen sonra Türkiye gezilerini pek duymadım. Yugoslavya’nın kapalı oluşundan mı, Türkiye’nin henüz açılmamasından mı bilemiyorum. Annemin ilk Türkiye ziyareti altmışların sonunda oldu. Küçücüktüm, o gidiş dönüşlerini hatırlayamam, fakat bu seyahat o kadar tekrar tekrar anlatılıyordu ki hafızamda kaldı. Herkesin zihninde bir yere gitmeden, görmeden önce o yerin bir tasviri vardır. Belki annemlerin Türkiye hakkında belli fikirleri vardı, çünkü döndüklerinde beklediklerini bulamadıklarını hatırlıyorum. O zamanlarda Türkiye, sosyalist Yugoslavya’ya nazaran (her ne kadar seküler bir devlet olsa da) İslamiyet’i yaşamak için serbest bir ülke olarak algılanıyormuş. Rahmetli babam muhteşem İstanbul camilerine rahatlıkla gidebileceğini ümit ediyormuş. Bosna’da o zamanlarda camiler açık, ama eğitim sektöründe çalışanlar, özellikle şu veya bu sebeplerden parti üyesi olanlar için mabetlere gitmek yasaktı. İşte İstanbul camilerini ziyaret ederken içinde öğretmen, memur, fabrika sahiplerini görebileceğini ümit ediyormuş. Hangi camilere gitmiş, onu bilemiyorum, ancak camilerde hamal, fakir fukara, yaşlı insanlardan başka kimseyi görememiş. Ne aydınlar, ne gençler, ne öğretmenler, ne memurlar…
Annemse çarşı bir tarafa, camiler, müzeler, ihtişam bir tarafa, en çok kendi arkadaşının bir söylediğini anlatıyordu. Annemin arkadaşı oldukça büyük bir kurumda çalışıyormuş, annem de arkadaşının İstanbul’da çalışan bir kadının Ramazan tecrübesini merak etmiş, çalıştığı kurumda oruç tutan tek üniversite mezunu bu annemin arkadaşıymış, diğer oruç tutanlar birkaç lise mezunu ve kurumun odacı/çaycıları. Bu tablo ile geri dönen annemle babam nedenlerini sormamış, araştırmamışlar, merak da etmiyorlarmış. Bu sosyal fotoğrafı İstanbul’da veya İstanbul’un bir-iki semtinde çekerek dönemin Türkiye’sini öyle görüp gelmişler. Annemin hafızasında altmışlı yılların İstanbul’u, Orhan Pamuk’un İstanbul’u gibi kalmış.
Küçük yaşta gelmeye başladığım için Türkiye’den, İstanbul’dan herhangi bir beklentim yoktu. Çocukken her şeyi olduğu gibi kabul ediyorsun, sonra herkesin tercihini kabul etmeye alışıyorsun. Görmeye, araştırmaya, gezmeye hakkın var da, kimseyi yargılamaya, kimse hakkında hüküm kesmeye hakkın olmadığını anlıyorsun.
Sonra -lise ve üniversite öğrencisi olduğum zamanlarda- bir ara İstanbul’da alışveriş yapmak moda oldu. Sınırlı imkânlarla gelenler Mahmutpaşa’da, Aksaray’da, Kapalıçarşı’da alışveriş yapanlar Türkiye’yi bu mallardan ibaret görüyorlarmış. Ucuz hotellerde konaklayıp ucuz ve kalitesiz mallarla Bosna’ya dönenler mallarını şehirlerimizin pazarlarında satıyorlardı. Millet “Ah, kalitesiz Türk malı” deyip diyordu. (O dönemde her tarafta görünen sağ-sol kavgaları, nerede patlayacağı belirsiz bombalar, sokaklarda uzun namlulu silahlarla devriye gezen asker/jandarma/polisler medyaya pek yansımamış, üç beş kuruş kazanmaya gelen insanların umurunda değilmiş bunlar.)
Gel zaman git zaman millet Antalya’ya tatile gitmeye başladı. Toplumsal Türkiye algısı bu defa da Antalya hotellerinde gördüklerinden ibaretti. Bol kahvaltı sofraları, mezeler, plajlar, sarhoş Ruslar, yaşlı Almanlar falan. Türk gördün mü diye sorarsan, garson-temizlikçi var derlerdi. Camiye gittin mi? Hotelden uzakmış. Hotelde her şey dâhil, kaçırmak istemiyor millet, koyun sürüsü gibi nereye götürürsen otlar.
Sonra dizi furyası… “Bin Bir Gece” dizisini baştan sonuna kadar izleyen bir gazeteci arkadaşım anlatmıştı: “İlk bölümlerinden birinde topluca bir Yasin okunduğunu gördüm, ama dizi boyunca birinin namaz kıldığını, ailenin iftar veya dini bayram sofrasına bir araya geldiğini görmedim.” Annem ise izlediği Yaprak Dökümü dizisinin bir bölümünde evin kızını istemeye geldiklerinde “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” deyişiyle şampanya patlatılmasını bir türlü bir araya getirememiş. Hadi sen kalk, Türkiye’nin dizilerde gösterilenlerden ibaret olmadığını anlat.
…Ve harikalar ülkesi
Son yıllarda bu önyargıların ötesine geçebilen birkaç yakınım (ki bu yazıyı onların teşvikiyle yazıyorum) Türkiye’de farklı tabloları keşfetmeye başlamış. İlk fark ettikleri şey insanların yüzlerindeki tebessüm. Türkiye’nin farklı yerlerine giderken, en ücra köy pazarında sebze ve meyvelerin düzen içinde, boyuna ve rengine göre sıralanmış olduğunu, seçici bir müşteri geldiğinde yarım saat boyunca bir bir domates seçerse satıcı veya köylünün rahatsız olmamasını fark ediyorlar. Avrupa ülkelerinde bulduklarıyla ne ücret ne de tat bakımından kıyaslanmaz peynirlerin çeşitliliğinden bahsediyorlar. Kamu taşıtlarının -ne kadar kalabalık olursa olsun- kirli olmaması, duraklarda bekleyenlerin otobüslere sırayla bindiklerini söylüyorlar. Çok prestij, kaliteli Türk mallarının, markalarının mevcudiyetini anlatıyorlar. Zeki Müren, Bülent Ersoy gibilerin bu toplumda onlarca yıl önce kabullendiğini, ötekileştirilmediğini görüyorlar. Modern bir cumhuriyette Osmanlı ihtişamı ve zarafeti yemek kültüründen müziğe kadar, mimarisinden insanlar arası ilişkilere kadar, her yerden fışkırıyor. Dünyanın neresinde bu kadar prestij yayıncılık kaldı? İster lüks matbu eserler, ister kullanışlı ve uygun kitaplar, ister e-kitaplar. Yeter ki millet okusun! Bir de yazarlarına telif hakları ödeniyormuş! (Bizimle kıyaslamam, 4 küsur milyonluk bir ülke… Yine de şunu söyleyeyim: özellikle akademi camiasında kitabını bastırmak istersen, kitabın bilimsel değeri ne olursa olsun, ya masraflarını kendi cebinden ödersin, ya da bir torpil/tanıdık/sponsor bulup karşılarsın. Evet, çalıştığın üniversite hakemlerin oluru ile kitabının yayıncısı olmayı taahhüt eder, fakat masraflarını karşılamak için sen yazar olarak uğraşırsın. Maaşlar ise Türkiye akademik camiasındaki maaşlara göre düşüktür.)
Evet burayı gören arkadaşlarımın gözlemlerini sizinle paylaşmaya devam edeyim: Türkiye’de yollar yapılmış, yeni yollardan eski Murat, Şahin ve Serçe’lerin çekildiğini, onların yerine yeni ve lüks araçların kullanıldığını görüyorlar. Sonra eskiye göre şehirlerin tertemiz olduğunu, parkların, mesire yerlerin bakılmış ve temiz, salıncak, kaydırak, spor aletlerinin her tarafta bulunduğunu, çimenlerin, çiçeklerin bakımlı olduğunu, ailelerin bir arada zaman geçirdiğini, üç dört kuşağın bile bir arada yemek yediğini, pikniğe gelenlerin çöplerini oracıkta bıraktıklarını, görevlilerin hemen temizlediklerini fark ediyorlar.
Pardon ama başka yerde var mı bunlar? Dışarda vakit geçirmek istersen illa ki bol para şart değil. Lüks bir restoran da şart değil. Rahatlıkla belediyelerin yaptırdığı köşklerde oturabilirsin, termosundan veya çaydanlığından çayını içebilirsin, mangal keyfine çıkabilirsin, şömine hazır, seni bekliyor. İster et, ister sebze… Onu da artık belediyeler veya devlet kurumları bedava dağıtmaya başlarsa nankörler “Neden herkese bonfile verilmiyor” diye şikâyet ederler herhalde. Bonfile dağıtılmaya başlanırsa “Neden kobe sığır değil” derler!
Nankörlüğün, azgınlığın nasıl bir felaketin habercisi olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Bu yüzden siz Türkiye vatandaşlarından bir ricamız var: Ne olursunuz, elinizdeki zenginliklerin değerini bilin. Çünkü bu değerler sadece size ait değil. Güzellik, insanlığa aittir. Yalvarırız bu zarafet ve güzellikleri koruyun. Dünyada gözlerimizi parlatacak, gönüllerimizi ısıtacak bir yer kalsın bari.