Bosna bir tescilli marka olsa, belki börek olurdu. Belki de kuzu çevirme. Ya da köfte. Hazmedilir bunlar. Tabii, bizden önce biri davranmadıysa. Bir de bize özgü başka bir şey var: Mizah anlayışı. Mutlulukta, yasta, barışta, savaşta, varlıkta, yoklukta hep mizah vardır. Fıkralar bir tarafa, milletin eğlence olsun yaptığı mizah. Mostar mizahı ile Saraybosna mizahı arasında fark var mesela. Biz onu anlıyoruz, Saraybosna mizahı üzerine genellikle kahkahalar atılır, Mostar mizahının hafif buruşuk bir tadı var.
Doğru mu değil mi bilmiyorum, fakat genellikle doğru diye anlatılır: 1984’te Saraybosna Kış Olimpiyatları sırasında yabancılar şehri istila etmiş, turistlerden biri Milli Üniversite Kütüphanesini görmüş, pseudomavar tarzında inşa edilen binayı beğenmiş, sokaktaki vatandaşa kimindir, nedir diye sormuşmuş. Vatandaş da etraftaki arkadaşlara göz kırpmış, dedesinden kalmış satılık bir ev olduğunu anlatmış. Turiste cazip gelen bir fiyat söylemiş, siz düşünün falan, müşteriyseniz veririm demiş. Turist heyecana kapılmış, fırsat bu fırsat, az kalsın parasını çekip satın alacakmış. Pazarlık ne kadar sürmüş bilemiyorum, turist iyi pazarlık uğruna vatandaşımızı arkadaşlarıyla yemeğe de götürmüş, ikramda bulunmuş. Sonunda gerçeği öğrenmiş. Yine de ne kadar gerçek olduğunu bilmem, belki millet anlata anlata durumu biraz abartmış, fakat yerli kerataları bildiğim için, mümkün.
Mostar’da ise Meha diye esnaftan biri varmış, akşamleyin dükkân dönüşü meyhaneye uğrarmış, bayılana kadar içermiş. Bir kere çarşılılar ona akıl öğretmeye kalkışmış, hazırlık yapmışlar, Frensiskiyan papaz kıyafeti diktirmişler, eğlence olacaksa, mizah olacaksa paraya da acımıyorlar, Meha’nın içkiyle kendinden geçmesini beklemişler, üstüne rahip kıyafetini giydirip manastır yolunda bir hendeğe atmışlar. Rahiplerden biri hendekte yatan sarhoşu görünce, manastıra da kiliseye de rezalet olmasın diye hızlı davranmış, tanımadığı adamı kendi manastırına getirmiş. Bizim Meha biraz ayılınca, etrafta rahipleri görmüş, hâlâ nerede olduğunu bilmiyor, bir de soru yağmuruna tutulmuş. Kimsin, hangi manastırdansın, ayıp değil mi filan… Meha da bir üstüne bir de etrafındakilere bakıyor, bir de ortama, her şey yabancı geliyor. Sonra da “Bakın kardeşler, siz çarşıya bir gidin, orada falanca sokakta bir terzi dükkanı var, orda Meha’yı bulamazsanız, filanca sokakta şu eve gidin, Meha evde mi diye sorun. Onu orda bulamazsanız, mesele çözüldü, ben o’yum” diyor.
Savaşta da mizah yaşıyordu, belki tozdan, baruttan rengi griye, siyaha çalıyordu. Savaş başladı mı (Ramazan Bayramı’ndan hemen sonra başlamıştı) fıkra kahramanımız Fata’nın kilo alma nedeni sorulurdu. Doğru cevap: Duyduğu her top sesini iftar zannediyor. Bir de Muyo bahçeye salıncak asmış, sallanıyor da sallanıyor. “Ne yapıyorsun be? Bu yaşta savaşta sallanılır mı bahçede?” diye soruyorlar. “Dur be kardeş, keskin nişancılarla alay ediyorum” diyor.
Bizim siperlerle Sırp siperleri bazı tepelerde birbirine çok yakındı, bazen bağırarak, bazen de telsizlerle askerler arasında atışmalar oluyordu. Sırplar Saraybosna içinde su kesmişler. Neyse, gece nöbetleri uzun, birbirleriyle atışıyorlar, ateşkes varken, çene çalsınlar bari. Karşı taraftan bir Çetnik: “Baliyalar (Boşnak için alaylı bir isim) mademki suyunuzu kestik, şimdi ne ile taharet yapıyorsunuz?” diye seslenmiş. Bu tarafta da hazır cevap bir asker: “Knyaz Miloş maden suyuyla!” (Bir Sırbistan maden suyu markası, Sırp dukasının ismiyle adlandırılmış).
Veya Muyo ile Sulyo siper kazıyorlar. Muyo eğilmiş, boynundan, gömleğin altından kolyeye takılı garip bir şey görmüş. Sulyo: “Bu ne, muska mı?” diye sormuş. “Ne muskası, takma diş” diyor. Sulyo bir Muyo’nun ağzına, bir de kolyesine bakıyor: “Nasıl yani, takma diş nerden çıktı, dişlerin yerinde” diyor. “Benim değil, eşimin. Ben nöbetteyken evde bulunan bütün erzakları yemesin diye yanıma aldım.”
Bir gün Mostar’da büyük yağmurlar yağmış, Köprü yakınlarındaki bahçeleri sel basmış. Sular çekildikten sonra bir bahçe sahibinin ağlaması gelmiş, hani sandalyeler masalar tarumar olmuş, karşıdan komşusu seslenmesin mi: “Hadi be, üzülme, şimdiye kadar bahçen hiç bu kadar dolu olmadı!”
Mizahımızın bazen kötü sonuçları da olurdu. Özellikle şehrin veli ve delileriyle alay edilirken. Bir kere çarşılılar aralarında anlaşmış, veli mi deli mi ayrıt edemedikleri bir zatın yanına gelmişler, demişler ki falan arkadaşımız vefat etti, vasiyet bıraktı, cenaze namazını sana kıldıralım. Bu zat peki demiş, mevtayı getirin kılalım namazını demiş. Aralarından biri tabuta yatmış, hani adam namazı kılınca kalkacak, korkutacakmış adamcağızı. Neyse, bizimki cemaat önüne geçmiş demiş kime niyet edelim, sağ kişiye mi, ölüye mi? “Hadi oradan, sağ kimseye cenaze kılınır mı?” Niyet etmiş, bunlar da bıyıkların altında gülerek güya namaz kılmışlar, namaz bitince tabutun yanına geçmişler, tabutun üstündeki kalkmıyor. Sarsmışlar, itmişler, bir şey yok. Bakmışlar adam gerçekten vefat etmiş.
Fakat mizahın içinde hep bir aldatmaca, bir yalan var. Eh, bu mizahımsı yalanlar, özellikle kimseye zarar vermeyecek yalanlar eğlenceli, komik olabilir. Fakat yalanları uyduran kimse kendi yalanlarına doğruymuşçasına inanmaya başlayınca, etraftaki milleti inandırmaya başlayınca sorun çıkar. Mesela biri çok iyi bir şair olduğunu zannediyor, hatta kendine milli şair unvanını takmış. Veya başkası takmış, hoşuna gitmiş, kendini bu şekilde tanıtmaya devam etmiş. Gel zaman git zaman, bir Mevlid yarışması yapılmış, kendisi yazmış, göndermiş, birincilik için iyi bir telif verilecekmiş. Fakat yarışma feshedilince (birinci olacağına söz almış, fakat fıkhi sorunlar ortaya çıkınca yarışmayı da feshetmişler) İslam Cemiyetine çamur atmaya başlamış, kendisi de yakınları da. Bu milli sıfatı hazmedilmese yutulur, fakat kendisini divan şairi olarak tanımlamaya başlamış. Aruz vezninin ne, divan edebiyatının ne olduğunu bilmeden, aniden divan şairi oluvermiş.
İnsanın bir makam veya para uğruna yapmayacağı kalmamış galiba. Komşu ülkenin başkentinde belediye başkanlığına aday olan biri, seçmenlerin oylarını toplamak için ortama uygun bir retorik yapmak isteyince, babasının Komünist yönetim tarafından Blaiburg’da katledildiğini anlatmış. 15 Mayıs 1945 Ustaşa ve diğer Nazi yanlılarının Komünistler tarafından topluca, ciddi bir yargılama sürecinden geçirilmeden katledilmiş oldukları doğru. Aday belki Hırvat milliyetçilerinin oylarını çekmek istiyormuş, fakat kendisi 1965 doğumlu. Babası 1945 tarihinde katledilmişse, annesi hangi stres tesiri altında 20 sene hamile kalabilmiş? Onun cevabını bir türlü bulamadım.
Aklıma annemin bir arkadaşı geldi. İkinci Dünya Savaşından sonra kayıtlı olduğu nüfusta defterler yanmış, kendisi evde kalmış kız olmaya yüz tutmuş, şimdi kız kardeşi ve annemle danışıyor. Yani, doğum tarihini iyi biliyor, fakat kendi doğumunu birkaç sene erteliyor, evde kalmışlığı o kadar belli olmasın diye. Kadın 1924 doğumluydu. Kız kardeşi de: “Babamız 1936’da vefat etmiş. Rahmetli annemizin namusuna dokunma da sen bildiğini yap”.
İşte, mizah sırf namusa dokunmasın. Gerisine karışmam.