Amerikan filmlerinde, dizilerinde falan anonim alkolikler toplantılarında yeni gelenler kendilerini tanıtırlar. Bir nevi günah çıkarma seremonisidir bu. Yazma ihtiyacı da bir tür müptelalık. Madem öyle kendimi tanıtayım:
Merhabalar. Ben Amina. Emine değil, Amina (Öyle isim yok diyenler Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine baksınlar; fazla yorulmazlar, Veladet Bahri’nin ilk mısrası). Köşe yazarlığım da var. Hani birileri köşeyi döner, bense arada bir köşe yazarı oluyorum. Sivriliğimle köşeyi dönmek istesem bile mizacıma aykırı. Tercihlerime daha da aykırı.
Mesleğim Türkolog. Bildiğiniz Türk Dili ve Edebiyatı. Dilbilgisinde modern sayılırım. Yani günümüz Türkçesinde deyimler, kalıplaşmış sözler, argo, anlambilim… Edebiyat tarihi ve teorisinde eskiciyim. Yani divan edebiyatında, kalıplar ötesinde mana peşindeyim.
Ancak bu, sevgili okurlarım, sizin ilginizi çekmez. Bu yazılarda akademisyen tavrı takınmak komik olur. Komik olmaktan değil, mizahtan yanayım. Hava atmak da istemedim, kıssadan hisse isterseniz, Türkçe konusunda sonradan görmeliğimin altını çizmek istedim. Yani, ana dilim Bosnaca. Biz Boşnaklar ülkemizde Bosnaca konuşuyoruz. Bir Türk gazetecinin Saraybosna’da Türkçe konuşmayanların genellikle Sırp veya Hırvat olduğunu yazmasına cevaben, biz Boşnak Müslümanların anadilinin de Türkçe olmadığının altını çizeyim. Türkçe derslerini sonradan gördüm. Benim de bir sonradan görmeliğim olsun, neresinde olursa, ama olsun. Bazen de Fransız oluyorum. Haberiniz olsun. Üslubuma Türkçe biçilmiş kaftan. Kumaşı da zamanımıza göre buldum. Elastik. Nereye çekersen gider.
Bir dostum aradı, diyor “Gerçek Hayat’ı biliyor musun?” Tabii ki biliyorum. Yaşıyorum. Edebiyatla uğraşmama bakmayın, gerçek hayatı yaşıyorum. Hep de gerçeklerin peşindeyim. Doğrusu, gerçeğin çoğulu olmaz, tek gerçek var. Hakikat. İşte, hep onu arıyorum. İsmi üzerine, derginin konsepti de bu arayışa uygun. Köşe yazarlığı teklif ettiler, birkaç gün düşündüm. İçinde yaşadığım Bosna’yı aklımdan çıkmayan Türkiye’ye yazayım. İçinde yaşadığım Bosna’dan, arada bir olsa bile, sürekli gözlediğim ve aklımdan çıkmayan Türkiye’yi Türkiye’ye yazayım.
(İşin ehli) Olmak ya da Olmamak?Kalem ehli miyim? Yazabilir miyim?
Biz, eski sosyalist ülkelerde yetişmiş insanlar bir türlü bu serbest piyasa mantığını anlayamadık. Arzu talep falan. Adam araba tamircisi olarak yatar, talep var diye ertesi gün börekçi kesilir. Sosyal bilimci konaklar doktor sabahlar. Doktor yatar ekonomist kalkar. Kuyumcu olarak eve gelir, ertesi sabah müteahhit olarak mesaiye gider. Müteahhit edebiyat eleştirmenine dönüşüverir. Baytarlıktan yorulmuş vaziyette ahırdan çıkar, müzisyen eve döner. Dönerci, ressam olmaya karar verir; tornacı da yazar. Hepsi de mütercim. Mütercimlikten kolay iş var mı, biri bir şey anlatıyor, bir kelime yakalarsan kullan, üzerine devam et, ne demek istediğini tahmin et, uydur, kervan yolda düzenir. Pratik zeka, uyanıklık, yaşam mücadelesi nedir, ama biz anlamıyoruz. Affınıza sığındım. Bende galiba bir zeka özürlüğü var da, yeni anladım. Yoksa zeka özgürlüğü?
Bir de, Bosna Hersek hem merak uyandırıyor, hem de küçük. Nüfusu 4 milyon civarında. Bunu öğrenmek kolay, iki lokma bir yudum bitti. Bir de araştırmak kimin umrunda, kaynakları taramak, saha araştırmasını yapmak… Vakit mi var? Hem de Bosnaca bilmek neye yarar? Sonuçta gelmişler, görmüşler, bilgi sahibi olmuşlar. Nerden, nasıl sorarsanız, bilmiyorum, haddime mi? Gayıb’dan olsa gerek.
Başçarşı’da yenen börek ve çevapi üstüne Moriça Han’da bir kahve iç, lokumunu ye. Galiba sihirli bir etkisi olur.
Haydi, diyelim, iyi niyetli insanlar, Bosna’yı Türkiye gündeminde korumak istiyorlar. Türk medyasında Bosna örf adetleri hakkında o kadar farklı yazı okudum ki, kendi kendime nerede yaşadığımı sordum. Mesela, evlenmek isteyen delikanlıların Mostar Köprüsü’nden atlama olayı. Meraklı bir kardeşimiz bana eşimin evlenmeden önce evlenme ehliyyetini almak için Mostar Köprüsü’nden atlayıp atlamadığını sorduğunda, ne kulaklarıma ne de gözlerime inandım. Öyle bir şey bizde yok dediğimde, genç kız ailemizde örf adetlere sahip çıkılmadığını sanmış. Söz-nişan-düğün adetlerini sorduklarında, “Bizde hazır kahve gibi üçü bir arada, onu da istemeyen iki şahitle belediyeye gidip nikâhını kıyar” cevabıma kafa sallarlar, Bosna’dan geldiğimden şüphelenirler. Hele milli marşımız diye bildikleri müzik parçasının milli marşımız olmadığını söylediğimde, Hayy Allah, beni dinden imandan Boşnaklıktan ediveriyorlar. Çünki, okumuşlar, abiler yazmış falan gazetede filan dergide falanca konferansta, onlar biliyor da ben bilmiyormuşum. Bosna’nın niteliği ve yapısı hakkında karanlık odada bir filmişçesine ihtilaflar çıktı. (Neye gönderme yaptığımı merak eden Mesnevi, C. III,1258-1267 beyitlere baksın)
Hele de idealize edilen Bosnalılar, Boşnaklar, siyasiler, savaş kahramanları. Bilgeler, veliler, milli kahramanlar, hocaların hocaları, milli şairler… Hepsi doğrulukta, iyilikte, imanda, ihsanda az kalsın sahabelerle yan yana, asr-ı saadet erleri. Yoldan geçen herkes ya Bilge Kral’ın kankası, ya terazisinin tası. Bunlardan olmayan, bizlerden de değil. Hemen de hüküm kesilir, etiket yapıştırılır. Hadi ya! Her yerde olduğu gibi, iyileri de kötüleri de var aramızda. Ve O’ndan başka kimse kusursuz değil! İsimler gerçek, hikayeler abartılmış, kahramanlar putlaştırılmış. Anlaşılan, gerçekle karışmış masalımsı unsurlar.
Masalların en kuyruklusu son savaştan sonra Türkiye’den Bosna’ya geldiklerinde keramet fışkıran abiler. Ne İsa Bey, ne Gazi Hüsrev Bey, ne Osmanlı medreseleri, darü’l-Kur’an ve darü’l-hadisleri, dergâh ve hanegâhları… Gerçek eğitim onlarla gelmişmiş. Mişmiş.
Adım deliye çıksın, ne olacak… E sahte veli olmaktansa gerçek deli olmak daha hoş değil mi?
Mezkur seyyahların Bosna’yı sevdiklerini anlıyorum. Hani üç günlük gezide bir yeri sevebilene şıpsevdi mi denir? Bu sevgiden, samimiyyetten burası için: İşte tam bizim sokaklar, bizim köydeki gibi binalar, bizim köydeki gibi yemekler deyip duruyorlar. Burası bizim, ‘Evlad-ı Fatihan’, ecdadımızın mirası gibi kalıplaşmış sahiplenme sözleri… Her takımın taraftarı Bosna’yı o kadar sahiplemiş ki zamanında birileri Gezi olaylarını bile Saraybosna sokaklarına bulaştırmaya gayret etti. Türkiye vatandaşı adam sırtına Bosna ve Türkiye bayrağını sarıp çıkmış, “Saraybosnalılar Gezi’ye destek veriyorlar” dedirtmek için. Bir avuç kişiyle sokağa çıkmış, haberlerde göstermişler. Halkın tepkileriyle beraber. Mumu sabaha kadar değil, birkaç dakika yanmış, çünkü Saraybosna’da epeydir elektrik var. Ampul çaktıysa, mumun ne işi olur!
Hâlbuki burayı şiddetle sahiplenen kimseler Türkiye’de yapılan son genel seçimler arefesinde Mostar Köprüsü’ne bir partiyi destekleyen bir sivil toplum örgütünün bayrağını asmışlar. Samimiyet, sevgi, yakınlık hissi, sevdiğin biriyle her şeyi paylaşma arzusu olabilir, mümkün.
Bazen bu sahiplenme neticesi olarak bir takımın taraftarlarının diğerinin tarafarlarıyla mevcut husumetlerini Bosna’ya bulaştırma çabaları görülür. Atıyorum, biri Galatasaray taraftarıysa illa ki Bosna’dakilerin aynı takımın şiddetli taraftarları olmalarını ister. Takımının taraftarı olursan seni kendinden sayar. Olmazsa, ötekileştiriyor. Hâlbuki Boşnakların çoğu Türkiye’nin milli takımından yana. Kültürümüzde, dost olsun, kardeş olsun, evlat olsun fark etmez, elin evinde olup bitenler, anlaşmazlıklar bizi ilgilendirmez. İlgilendirirse -canımızı acıtsa bile- karışmak edep dışı sayılır. Eh, anlaşmazlıklar şiddete dönüşürse, o zaman tarafımız belli. Masumlardan yana.
Ne yazık ki sımsıkı sarılarak şark usulü gösterilen bu sevgiden dolayı gayrimüslim komşularımız rahatsız oluyorlar. Seyyahlar heyecan içinde gelir gider, biz kalırız, mevcut gerginlik artar, kabaklar, soğan yemeyen (ki ağızları koksun) Boşnakların başına patlar.
Haftaya tekrar görüşmek dileğiyle, Allah’a emanet.