Bizden” değil de “bizdenlik” diye bir kavram türettim, hem de başlığa koydum. Bunca yıl Türkçeden ekmek yiyorum, sözcük hazinesine bir katkım olsun. Siz şöyle şaşıradurun, ben bizdenlikleri yazayım.
Birincisi evde, çocukken gördüğümüz bizdenlik. Evde bayat ekmek kaldıysa, tazesi -misafir gelirse eğer- akşama bırakılır, bayatını bizden olan biz yerdik. Annem işten gelince apar topar bir yemek yapardı veya dünden kalma ya da rahmetli babamın yaptığı yemekten yerdik. Ondan sonra misafir gelecekse, annem güzel, zaman isteyen bir şey yapardı. Karnımız tokken, o mis gibi taze yemeklere bakamazdık. Misafirler gelince, misafir çocuk bir şey kırarsa, misafir çocuğuyla yeterince ilgilenmediğimiz için biz papara yerdik, tabii ki misafirler gittikten sonra. Misafir çocuktan dayak yeseydik, asla karşılık vermezdik. Bizden bir kötülük gelmesin. Ben uslu çocuktum, bir de uzun uzadıya eğitici öğretici eleştirisel bizdenlik destanlarını dinlemekten hiç hoşlanmazdım. Ablamsa anne babamın sözünü dinler gibi yapardı, evet derdi ama sonra istediğini yapardı. Çocukken Pinokyo masalına inanıp burnumun upuzun oluvereceğinden korkuyordum. Bu bizdenlik sadece biz çocuklara karşı uygulanmazdı. Rahmetli babam da mağdur oluyordu. Mesela, evde misafir sayısı annemin beklediğinden fazlaysa, yaş pasta veya hurmacık (kalburabastıya benzer şerbetli bir tatlımız) parçaları sadece misafirlere yetecekse, annem babama göz işareti yapar, babam da “Çok doydum, bana tatlı getirme” derdi.
Kısaca evimizin kurallarına göre bizdenlik hep aleyhimizeydi. Peki ya biz misafirlikteyken? Sakın ha elin evini dağıtma, bizden olan uslu kız kavga etmez, dövüşmez. Babam da bu bizdenlikten muaf değildi. Ev sahibi karısına, “Ben tatlı yemem” dese, annem hemen müdahale ederdi: “Bana da fazla gelir, eşimle yarı yarıya yiyeceğiz, değil mi” diye tatlı tatlı gülümserdi. Rahmetli babam da ne yapsın, katlanıyordu. Büyüyünce onlar gibi olmayacağız diye düşünen bizlerden benden sekiz yaş büyük abla kendi yuvasını kurdu. Kocasına bu bizdenlik kurallarını öğretecekmiş, başka bir şehirden misafirleri olacakmış o gün. Ablam işten nefes nefese eve gelirken, kış mevsimi ya, pazara uğradığında istediğini bulamayınca, balık yapmaya kalkışmış. Evde yeterince salata olmayınca, eniştemi “Yemek getirmeye başladığımda, sen ‘bana salata koyma, beni rahatsız ediyor’ de” diye uyarmış. Eniştem de peki demiş, misafirler gelmiş, hem de eve ilk defa gelmişler. Ablam misafirleri kapıda karşılayınca içeriye geçirmiş, paltolarını alıp götürdüğünde içerden eniştem seslenmesin mi: “Amra, bana salata koyma, beni rahatsız ediyor.” Tabii ablam duymazlıktan gelmiş, tekrar içeriye ellerinde kahve fincanlarıyla girmiş, mutfağa kahve şerbet getirmeye dönüyor, eniştem de ezberindeki salata mevzusunu tekrarlıyor. Neyse, ablamın her kalktığında eniştem ablamın ona ezberlettiği cümleyi tekrarlıyor.
Bende bizdenlik yok diye, ablamın salata rezaletiyle alay ediyordum. Birkaç sene öncesine kadar. Evimizde, şükür, özellikle iftar sofralarında misafir eksik olmuyor. Ramazan’da “somun” dediğimiz pidemsi bir ekmek yeniyor. Genellikle bol miktarda somun, artacak kadar da yemek hazırlıyorum. Bir akşam, belki sulu yemekler ağır basıyordu, sofradaki somunun çok azaldığını fark ettiğimde masanın altından eşimin ayağına hafifçe bastım, eşim de aceleyle önündeki somun parçasını misafirlere uzattı. Tabii bizdenlik aklıma geldi, kendi kendime gülmeye başladım. Misafirlere de anlattım, büyük konuştuğumu. Eşim de şaşkın bana bakıyor, diyor ki: “Şaka mı yapıyorsun? İlk defa mı fark ettin beni böyle uyardığını?” Yok canım, ilk defa yaptım dedim. Eşim de misafirler de kahkahalar atıyor. “Evlendiğimizden beri, yirmi küsur yıldır yapıyorsun, onlar da şahit.” Meğerse ben bizdenliğimi yeni fark etmişim.
Şimdi böyle bizdenliklere alışmış ben, bir türlü başka bizdenlikleri anlamıyorum. Yani, bizden diye görev başına getirelim, bilmese de öğrenir misali bizdenlik. Tembel, ders çalışmıyor, bin yıl bile okusa bu mesleği öğrenmez deyip bizden olan öğrencileri sınavdan geçiren hocaların bizdenliği. Veya cahil, toy, saklı gizli bir şey değil ama bizden diye yetki verelim, bakanımsı müdürümsü bir şey yapalım, kendisi yapmasa müsteşarları yapar, yeter ki söz dinlesin takım elbise, etek, ceket üstünde güzel dursun. Ya da eve bir tamir için gelen ustaya fiyat sorduğumda, “Bu kolay, siz bizdensiniz hocam” deyip de iş bitince sıradan bir müşteriden iki kat fazla alan ustaların bizdenliği anlamadıklarımdandır.
Bir de en korktuğum bizdenliklerden, akademik çalışmalardaki bizdenlik. Bunun da en azından iki türü var: Biri, yanlışları görmemezlikten gelme bizdenlik. Biri yıllarca bir konuda yanlış yazıyor, yanlışları artık kalıplaşmış, küflenmiş, bir de bunları aynı şekilde makaleden makaleye tekrar edip duruyor. Tam kendini değil, hatalarını eleştirmeye kalkıştığında, “Aa, elleme, dokunma, o bizden”. Falanca bizden olabilir, fakat yanlışları bizden olamaz. Yok, çalışmasıyla bütünleşmiş, yanlışlarını ellesen, kendisini de sıfırlamışsın sayılır. İşte bu bizdenlik neticesinde kep altı, cübbe içi boşluklar oluşur. Eskiden sarık veya fötr şapka olurdu, şimdi akademide kep gündemde, biz de olalım. İkincisi, bundan daha da canımı inciten bir bizdenlik, yok sayma bizdenliği. Filanca kitap yazar, makale yazar, durmadan çalışır, bizdendir diye bizden kimse görmez. Ne eleştirir, ne metheder, ne siyah ne beyaz…
Bir de midemin bulantısına neden olan bir bizdenlik var: Döner sermaye bizdenliği. Madem insan kaynakları en büyük sermayemiz oluyor, ben ona bakıyorum. Gerisini anlamam. İşte bu döner sermaye bireyler iki gün öncesine kadar başka bir tayfa sözcülüğünü, hatta fikir babalığını yaparken, aniden bizden olduğunu anlar ve bizdenliğin propagandasını yapmaya kalkışır. Ama ne bizdenlik propagandası, onu duyunca ezelden bizdenci zannedersin, hatta seni senin yazdıklarına konuştuklarına ikna etmeye çalışır. Tabi bu senin yazdıkların konuştukların bu döner sermaye bireyin fikirleri, Peygamber Hazretlerini görse ona bile İslamiyet telkin edecek kadar iddialı.
Bizdenliğin dedim, elli tonu varmış. Tabii hepsini burada incelemedim, fakat kırk dokuzunun aleyhimize olduğunun farkındayım. Lehimize olan sadece Peygamberimizin hüküm vereceği, Onun ölçülerine ve değerler sistemine göre ümmet bizdenliği. Akrabalık ilişkilerini, hemşeriliği, aynı parti mensubiyetini, falanca vekilin kuzenini, filanca rektörün baldızını, kimsenin zengin veya fakir oluşunu tanımayan bizdenlik. Bireyin ameline, yeteneğine, çalışkanlığına, bilgi birikimine göre belirlenen bizdenlik. Hah, yanlış anlaşılmasın, bu yazının telif sebebini sorarsanız, aklıma Rüstem Paşa geldi. Bizdenmiş, fakat Osmanlı Devleti’nde rüşveti kurumsallaştıran sadrazammış. İşte bizden olmayan bir bizdenlik daha. Anlaşıldı, değil mi?