Bir romans, bir tecelli, bir özenti

Muhammed’in izindeki Muhammed’ler hakkında…

Edebiyat hakkında ağzımı açtım mı yandınız, durmak bilmiyorum. Gerçek Hayat’taki ilk yazımda söz verdim, edebiyat yazmayacağım, yazarsam bile edebiyat yapmayacağım, edebiyat konulu bir şeyse, o da gerçek hayat olacak, vesselam. Bu yazılara başlarken kendime koyduğum ikinci kural da şuydu: Yazılarıma dünyaca ünlü bilge, düşünür, yazarların sözlerini serpmeyeceğim. Bunlar yazdıklarını yazmış, sıra bende. Yani, benim adım Hıdır, elimden gelen budur. Bir de vasatlığımı bunların dehaları arkasına saklamakla daha da komik, daha da rezil durumuna düşerim. Hele de millet aydın olduğumu düşünsün diye! Milleti kim kandırmış Allah aşkına. En azından, kandırmış olduklarını iddia edenlerin mumları sabaha kadar yanmamış.

Uzatmayayım, bir halk romansıyla devam edeyim. Bir önceki yazıda bahsettiğim Aliya Nametak’ın ‘Od bešike do motike’ (Beşikten Küreğe kadar) kitabında derlediği şiirler arasında bulunan romans, sıkça hatırladığım ve düşündüğüm konu. Sabırsızlanmayın, hikâyesini anlatacağım. Kaynak kişi olarak kaydedilen Çima Karaga, yer Şuitsa. Tercümesini yazmam, birkaç satırlık mensur girişten sonra 132 mısralık bir şiir. Özetleyeyim: Muhammed Beg, annesiyle birlikte yaşıyor, her sabah karşılıklı kahve içerek dertleşiyorlar. Bir sabah annesi, uzun süredir her gece tekrarlanan rüyasında ısırılmış elma gördüğünü söyleyerek, rüyasını kirlenmiş bir kızın gelin geleceği olarak yorumluyor. Muhammed annesini teselli ediyor, annesinin aşırı sevgisinden aklına kötü şeyler geldiğini söylüyor. Anne, oğlunu İstanbul’dan “Kafes içinde yetişmiş, Ne gün ne ay görmüş” bir kızla evlendiriyor. Evde düğün merasimi devam ederken, gelinle damat gerdeğe çekilince gelin gözyaşları dökmeye başlıyor. Muhammed geline neden ağladığını sorunca gelin, “utançtan yüzüne bakamaz olduğunu, kirlenmiş olduğunu, hatta doğum vakti geldiğini” anlatıyor. Hiçbir şeyi sormayan, araştırmayan damat, ilk defa bir arada olduğu eşine ebe oluyor, ona Kur’an üstünden su içiriyor, ateş yakıp bebeği yıkamak için su ısıtıyor, bez yerine kendi kemerini kullanarak bebeği sarıyor, yanına bir kese altın koyup eşine planını ifşa ediyor: Annesine, sabah namazına gittiğinde bebeği caminin yanında terk edilmiş bulduğunu, yanında da bir kese altın olduğunu anlatarak annesinden bebeği evlatlık almak için izin isteyecek. “Annem çok zeki, hemen her şeyi fark eder, sen halini fark ettirme, sana ‘kızım yüzün neden sarardı’ diye sorunca ona uzun ve yorucu yolculuktan başının ağrıdığını, istirahate ihtiyaç duyduğunu söylersin” diye de nasihat ediyor.

Sabah namazı dönüşünde Muhammed planını hayata geçiriyor, annesi de tahmin ettiği gibi bebeği kabul ediyor; gelin kocasının nasihatlerine uyarak annesine cevaplar veriyor, anne de on beş gün kadar yatıp istirahat et diye çare buluyor. Ardındaki sadece dört mısradan kadının “üçü kız, dördü erkek” yedi evlat sahibi olduğunu, otuz yıl süren bir evlilikte Muhammed’in eşini bir kere bile azarlamadığını öğreniyoruz. Muhammed Beg’in vefatında, eş dost mezarını kazmaya kalkışır ama melekler tarafından engellenirler; mezarını melekler kazarlar, yıkarlar, taşırlar ve mezara koyarlar. Bunun üstüne hoca ve hacılar Muhammed Beg’in karısından “Madem ki Muhammed Beg hayrat-vakıf bırakmadı, hangi sebeple bu mertebeye ulaştı?” sorusuyla sırrını ifşa etmesini isterler. O da Allah üstüne yemin ederek, otuz altı sene evlilikleri içinde -gelin geldiği gece doğum yapmasına rağmen- bir kere bile kocasından azarlanmadığını, merhumun yüksek mertebeye ulaşma sebebinin bu olduğunu söyler.

Kızın, yani gelinin İstanbul’dan gelmiş olmasına sinirlenmeyin; buradaki İstanbul asalet, zarafet, incelik, kültür merkezi, içindeki her şeyin ve herkesin üstün olduğu, simgesel bir şehir. Hele de İstanbulluların namusuna dil uzatmak aklımın ucundan geçmedi. Nasıl yani? Şiirde yüksek mertebeye ulaşmış kahramanımız karısının geçmişini sorgulamamış mı? Onu azarlamamış mı? Kınamamış mı? Annesi, dostu, öz evladı yanında bu konuyu açmamış mı? Bir kere olsun, eşiyle en samimi olduğu anlarda bile gerçeği öğrenmeye kalkışmamış mı?

Bosna’nın bir köyünde, ellilerden altmışların sonuna kadar derlenmiş şiiri söyleyen/anlatan halk şairi de, yüksek mertebeye ulaşmış kahramanı gibi “Settar” ismiyle birinin günahını, hatasını, mağduriyetini veya ayıbını örtmüş. Neden dördünü saydım dersiniz… Hangisinin doğru olduğu ne beni, ne de sizi ilgilendiriyor. Erkek kahramanın yüksek mertebeye çıkmasına odaklanacağımıza, kadının hangi sebepten günaha girdiğini, tecavüze uğradığını ya da ilişkiye girdiğini düşünüyoruz. Hâlbuki bu bizi ilgilendirmiyor. Ne edebiyatta, ne de gerçek hayatta. Yani, ilgilendirmemesi gerekiyor.

Kimileri de kızın İstanbullu olmasıyla milli duyguları ezdiğimi (benimle ne alakası var, ben yazmadım ki) söyleyecekler. Yani hem şiirin soyut kahramanı Muhammed Beg’in karısını, hem kaynak kişi Çima Karaga’yı, hem şiiri derleyen Aliya Nametak’ı hem de nakleden beni ve tüm Boşnakları lanetleyecek. Yüksek mertebeye yükselmiş kahramandan ibret alacağına. Hatta bu yazımı okuduktan iki dakika sonra kimin gayrimeşru ilişkisi, kimin köşeyi dönmüş amcası var; abdestini tazeleyip alkolsüz koku sürdükten hemen sonra kimin sakalı kısa, kimin başörtüsünden bir saç teli görünmüş, kimin kızı çalışıyor, kimin karısı kimin kocasına merhabalaşarak el uzatmış konuşacak olanlar var. Etrafında malzeme bulamazsa, uyduracak, iftira atacak niceleri var.

Ya Muhammed’in mertebesine yükselmek, romansımızın erkek kahramanından ibret almak isteyenler nerede? Elin ayıplarını, kusurlarını, hatalarını, günahlarını, mağduriyetlerini örten erkekler?

Kadın olmama rağmen, şiirin bu erkek kahramanına, Muhammed’e özeniyorum.

Benzer konular