Bir Ramazan üçlemesi

Ukalalıktan hiç hoşlanmam, hele de amatör psikanalizlerden midem bulanır. Yine de sizinle ikisi Bosna’da yaşanmış, gerçek, biri de mecaz ve mesajlarla dolu hikâye paylaşmak istiyorum. Gerçek Hayat’a gerçek hikâye yakışır. Mecaz da, mesaj da.

Müdür

Olay seksenlerin sonunda, hatta doksanların eşiğinde cereyan ediyor. Bosna’nın taşrasında Milan diye biri yerel hastane müdürlüğüne tayin edilmiş. Hangi dağın tepesinden inmiş, güne bak, hem doktor, hem uzman hekim, hem de müdür olmuş. Mutluluğun sonu yok. Adam kendi zirvesine ulaşmış, kendince bundan üstün bir şey olamaz. Güne başlarken aynaya yarım saat kadar ne oldum bak diye hayranlıkla bakanlardanmış bu Milan.

Müdürün müdürlüğünü otoritesiyle ispatlanır tabii ki. Yeni müdürün otoritesiyle ilgili birkaç espri yapan yaşlıca teknisyen Haso ilk hedefiymiş. Müdür bey patronun kim olduğunu göstermiş, Haso’yu görevden almış, atmış, teşekkür etmiş, ne desek diyelim adam işinden olmuş. Emekliliğe birkaç yıl kalmış, başka yerde iş arıyor ama Haso’yu kimse kabul etmiyor. Maaş gelmiyor, Haso’nun huyu değişmez bu yaştan sonra, karısıyla gerginlik, boşanma davası, biraz da torpil derken adamcağız işten olduğu gibi evden de oluyor. Çünkü ev de karısının şirketinden aldığı lojman.

Mahkemeler, avukatlar derken, haklı olmasına rağmen kimse iş vermez Haso’ya, taşra hastane müdürüyle arasını bozmak istemez. Hem işsiz hem de başını sokacağı bir yeri kalmayan bizim Haso patlamış, elinde baltayla hastane kapısına gitmiş, mesainin bitmesini beklemiş, müdür çıkarken baltayı kafasına indirmiş ve polise teslim olmuş. En azından o andan itibaren uzanacağı bir yatak olmuş. Milan’ı hemen ameliyata, yoğun bakıma almışlar, bölgeden en iyi cerrahları getirmişler. Ameliyattan sonra Milan kendine gelmiş, yoğun bakımın koridorlarında yok yok, cerrahlar, parti komoratları, aile efradı, hemşeriler… Sabırsızlıkla Milan’ın ayılmasını bekliyorlar. Ayılmasına ayılmış: Kimsiniz? Müdür. Nerelisiniz? Bilmez. Karısıyla çocuklarını getirirler, bön bön bakar, kim olduklarını bilmez. Annesini getirirler, onu da tanımaz. Meslektaşları gelir, onları da bilmez. Yemek getirirler, kaşık, çatal, bıçak neye yarar bilmez. Tekrar kimliğini sorarlar, müdür olduğunu bilir, ama neyin müdürüdür, mesleği nedir bilmez. Yakınları bile “keşke ölseydi” diye fısıldamaya başlar.

İşte, Milan’ın kimliği ancak bundan ibaretmiş. Kendi gökyüzüne çıkmış, zirvesine değmiş, bir daha inmeye niyeti yokmuş. İnsanlık hali.

Muyesira

Saraybosna. Yıl altmış beş, altmış altı falan. Annemin mahallesinde fakir bir dul kadın, kızıyla birlikte yaşıyormuş. Kız güzelce ama zekâsı pek parlak değil, sefaletten ezilmiş. Komşuları imkânları çerçevesinde bakıyorlar, kadıncağızın ne emekli maaşı var, ne de bir mesleği. Kız da bir-iki sınıfı çift dikişle ilkokuldan mezun olmuş, bir işe girmeli, evini geçindirmeli. Erkek için iş kolay, eline kürek alsın, ekmeğini kazansın. Ama kadının, kızın mesleği yoksa, hele de kız güzelse, sefalet en eski mesleğe saptırır. Fabrikaya işçi olarak giderse, gece de çalışır, biri onu kandırır. Kız güzelce dedik, Muyesira. Boyu uzun, sarışın. Bir komşusunun aklına gelmiş, haydi dışardan meslek lisesini bitirsin, bir yere memur olarak girsin, sevaptır. Annem matematik derslerini çalıştırır, başka birileri ana dili, coğrafya, kimya derslerini falan… Akademisyen olmaya niyeti yok ya, şu hocanın kulağına fısılda, hadi sevaptır, başkasına “yoldaş, sen sosyalistsin, işte bu fakir işçi kesimine sahip çıkmamız lazım” de, Muyesira büro teknisyeni olmuş. Büro teknisyeni, bildiğiniz daktilocu. Tekrar sözünü geçiren bir iki komşusu kapı kapı dolaşmış, nihayet Muyesira mahkemeye daktilocu olarak girmiş. Saçlarını yapmış, biri topuklu ayakkabı vermiş, her ayın birinde düzenli maaş… Artık konu komşu gelir mi, bir kâse çorba getirir mi diye bakmıyorlar. Annesinde de bir özgüven filizlenmiş, komşularının yanına çay kahve sohbetlerine katılır olmuş.

Bir keresinde rahmetli yengemin evinde oturuyorlar, kadınlardan biri: “Gözün aydın! Maşallah, Allah nazardan saklasın, Muyesira da işe girmiş. Hayırlı uğurlu olsun, Allah kendisine hem sana hem ona güzel bakacak bir damat nasip etsin” diye dua yağdırmaya başlamış. Mahallede olup bitenlerden pek haberdar olmayan biri, Muyesira’nın annesine: “Aa, tebrik ediyorum, Muyesira ne iş yapıyor” diye sormasın mı? Annesi de sırtını doğrulamış, etrafa hafifçe yüksekten bakarak: “Hâkimleri yönetiyor” demiş. Muyesira’nın annesine göre kızı kendi zirvesine çıkmış. Ötesi yok.

Çocukluğumdan beri bu Muyesira hikâyesini biliyorum. Olay ben doğmadan önce olmuş ancak aile içinde o kadar anlatılıyor ki… Evimizde bütün hırslara, kibirlere karşı en etkili ilaçtı. Yıllar sonra, meslek icabı el yazmalarında müellifin imzasında el-fakir, el-hakir kelimelerini her gördüğümde, Muyesira aklıma geliyordu. Kendisi hâkimleri yönetiyormuş. Güzel. Osmanlı Devleti’nin zirvesinde padişah Muhibbi mahlaslı Kanuni Süleyman’dı. Bu padişah Bir ve Tek Padişah’ın kölesinden başka değildi.

Dünyanın en geri zekâlısı

Bu hikâye gerçek olmayabilir. Duyduğum hikâye işte, masal mı, efsane mi bilmiyorum ama bu yazıda yazmasam olmaz. Üçlemeyi tamamlamak, bütünlüğü anlatabilmek için.

Bir varmış bir yokmuş, zengin bir adamın tek oğlu varmış, baba-oğul arası çok iyiymiş, saygı, sevgi falan… Ancak baba ölmeden önce oğlunu çağırmış ve şunları söylemiş: “Oğlum, bak ölümüm yaklaştı. Sana malımı mülkümü bırakıyorum, ancak bir vasiyetim var; şurada bir kese altın var, ölümümden sonra onu dünyada gördüğün en geri zekâlı adama vereceksin. Hemen ilk gördüğüne verme, iyice incele, araştır, dünyanın en geri zekâlısını bulunca anlarsın. Yoksa hakkımı helal etmem.”

Çok geçmeden adam ölmüş, sıra oğulda, baba vasiyetini yerine getirmeye. Yola çıkmış, her taraf ahmak sürüsü, geri zekâlı sürüsü, ama bir türlü işte buna vereyim, buldum diye karar veremiyor. Bundan daha kötüsü olabilir diye hep bir şüphe içinde. Baba hakkı az değil, dünyanın en geri zekâlısını bulmak da kolay değil. Yıllar geçmiş, kendisi hâlâ bu kese altınla dünyayı geziyor, artık bulsam da baba vasiyetini yerine getirsem, kendi hayatıma devam etsem diyor.

Derken bir şehre geliyor, o sırada geldiği şehirde bir kalabalık, şehrin meydanında halk toplanmış, bir şeyi bir kimseyi bekliyorlar, herkes heyecan içinde. Birilere sormuş, demişler ki galiba sadrazam padişahımızın gözünden çıkmış, idam mı edilecek, sürgüne mi gönderilecek, bağışlanacak mı, yenisi mi tayin edilecek kimse bilmiyor, bekliyorlar. Ne olacak merakı, bir de halka yemek dağıtılacak, ikramlar, belki bir iki gümüş… Bizimki halka karışmış, kendisi de merak içinde beklemeye başlamış. Eski sadrazamı getirmişler, padişah el sallamış, bostancılar da gelivermiş, bir iki demeden kellesini uçurmuşlar. Tekrar padişah el sallamış, birinin kulağına bir şey fısıldamış, bu da ilk sıralardan başka birini tahta kadar getirmiş, şimdi tayin merasimi olacak. Az değil, padişahin yeni seçtiği kişinin başına devlet kuşu konmuş, adam sevinçten uçarcasına bir önceki sadrazamın uçurulmuş kellesinin üstünden geçerek tahta yaklaşıyor. O sırada bizimki uyanmış, eh, işte babamın emanetini buna teslim ederim. Dünyanın en geri zekâlısı budur, bir önceki sadrazamın uçurulmuş kellesi ve hâlâ sıcak cesedi üstünden geçip sevinç içinde sadrazam tahtına tırmanıyor, kendi zirvesine.

Kıssadan hisse yerine, dua: Allah, şuurum yerinde olsa da olmasa da, hedefimin, zirvemin HİÇ’liğimden ibaret olduğunu unutturmasın. O’nun izniyle hakikati, gerçek varlığı bulayım.

Benzer konular