Fil yavrusu fıkrasını belki duymuşsunuzdur. Değişiklik olsun diye ben iki fil yavrusu fıkrasını anlatayım. Bir varmış bir yokmuş. Yokmuş gerçi ama biz varmış gibi düşünelim. İki fil yavrusu çölde kaybolmuş, ikisi de çok susamış. Biri, “Hayır, biz bu çölde su bulamayız” deyip dururken öteki “Evet, ben de çooook susadım, bir bilseeen” diye cevaplıyormuş. Bir gün, iki gün, üç gün, beş gün çölde dolanıp dururken, aralarında tek konuştukları “Hayır, biz bu çölde su bulamayız” ve “Evet, ben de çooook susadım, bir bilseeen” olmuş. Altıncı gün bir suya varıp kana kana içmişler. Günler geçmiş, iki yavru fil büyümüş, karı koca olmuşlar. Ama aralarında tek konuştukları şey “Hayır, biz bu çölde su bulamayacağımızı sandım” ve “Evet, o zaman ben de çooook susamıştım, bir bilseeen” oluyormuş. Kocamışlar, torunları da olmuş, hâlâ aralarında aynı şeyleri tekrar edip duruyorlarmış. Hâlbuki sıkıcı ve ucuz bir prodüksiyonda yer aldıklarından, bir milli parkta yaşadıklarından, sırf eğlence olsun diye sularına, dişlerine el koymaya kastetmiş acemi bir yönetmen ve senaristin oyuncuları olduklarından haberleri yokmuş. Bu evetli ve hayırlı eski susamışlık hikâyesine öyle dalmışlar ki sayılı ağaçların meyvelerini, yürüdükleri toprağın bitki örtüsünü fark edememişler.
Prodüksiyon gelir elde etmeye fırsat bulmuş, turistleri gezdiriyor, gazetecileri getiriyor, canlı yayında seyircilerin sıcak tartışmalarını gösteriyor, şişe su reklamını yapıyor, satıyor. Biri gelse de bu fillere olmuş meyveleri toplatsa, bolluk her tarafı kaplamış, bunlar fark etmiyorlar. Aksine tüm meyveleri başka milli parkların sakinleri yağmalayacak. Ucuz ve sıkıcı prodüksiyonun hissesiyle.
Bu Ezop tanzirim pek olmamış, sıkıcı mı sıkıcı olmuş. Eh, fıkradan hisse kapmış olan hisseyi kendi gelirine kaydetsin. Prodüksiyon zaten her taraftan gelir sağlamayı öğrenmiş.
Pazar yanından geçiyorum. Çilek mevsimi, tezgâhlarda hep çilekler. Aklıma başka bir fıkra geliyor, kadın tezgâhtaki çileklere bakıyor, satıcıya: “Bunlar GDO mu?” diye soruyor. Satıcı “Hayır, sakın ha, değil” demesin mi? Bunun üzerine çilekler de: “Sakın ha, biz GDO değiliz” diye satıcının sözlerini doğrulamış. GDO çileklerin zararı bir tarafa, ben doğal olarak doğmuş, sonradan GDO’laşmış insanları düşünüyorum. Onların da satıcıları GDO olmadıklarını iddia ederken, kendileri de patronlarının diliyle sözlerini doğruluyor. Bir de aynı sesle, aynı tonla. Beni GDO olmadıklarına inandıramadıkları halde gördüğümün bir keramet olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Peki, burada anlamadığım bir şey var: kendilerinin beyinleri o kadar GDO’laşmış mı ki ağızlarından çıkanın bir keramet olduğuna inandılar? Yoksa her şey ticari mi olmuş?
Neyse, ağır konulara daldım. Böyle devam edersem kısır döngüye gireceğim. Sonra ben de iki fil yavrusuna dönüşürüm. Her ikisi de ben olurum. Teşhisi koyduktan sonra tedaviye geçmek gerekiyor elbette. Ve ilk olarak kendinden başlamak, kendisiyle uğraşmak, kendi evinin temizliğini yapmak. Toplumdan, ülkeden, milletten, ilkeden, doğadan, insanlıktan, kendine hisse kaptırmak değil, topluma, ülkeye, millete, ilkeye, doğaya, insanlığa katkıda bulunmak için ömrünü sarf etmek gerek. Yoksa çürüdükten sonra arkamızda sadece pis koku kalır, maazallah. Kendimizi iyiye doğru değiştirelim, iyiliğe dönüştürelim. Bizler kendimizi değiştirmedikçe, kendimizi değiştirirken toplumlarımızı değiştirmedikçe, Allah bize verdiğini de değiştirmeyeceğini vaat etmiş. Bu değişimin ardında, çekmiş olduğumuz zorluklarla beraber kolaylık var. “Evet, o zorluklarla beraber kolaylık var.” Kolaylıkları hissedebilmek, yaşayabilmek için eski susuzluklarımızı, sohbetlerimizi, tartışmalarımızı, kavgalarımızı arkamızda bırakmamız lazım. Kolaylıkları da elde etmek için kendi payımızı vermemiz. Gayretimiz olmadıkça, kısır döngüde dolanıp duruyoruz, biz de onu kusursuz çember veya mükemmel daire sanıp duruyoruz. GDO’laşmayı keramet sanıyoruz. Bunlar hüsnüzan değil, hurafe, takıntı, gafletlerimiz. Yeter artık, meyvelerimiz çürümeye yüz tuttu.