Balad gibi bir ömür

Prof. Dr. Munib Maglayliç hatırasına…

Dün vefat yıldönümüydü. Ayrılışımız, görüşmelerimiz bir cümle ortasında kesilmiş sanki. Boşnak Halk Edebiyatı araştırmacısı, akademisyen, Ehli Beyt aşığı, halk destanlarında görülen sabit karakter tipi: Prof. Dr. Munib Maglayliç. Geçen sene Bayram resepsiyonunda karşılaştık. Uzun süre görüşmedikten sonra karşılaşınca, her zamanki gibi, “Aramızı kim soğuttu?” diye şakalaşarak konuşmaya başladı. Ciddileşeceğime söz verdim, bir sempozyum katılımı için Türkiye’ye gidip dönmemden hemen sonra uzun uzun sohbet edelim, hatta eski dostu ve meslektaşı Prof. Dr. Fahrudin Rizvanbegoviç’in yanına, Stolac’a ailece gidelim dedim. Her seferinde olduğu gibi, bu sefer de muhabbetimizi ortada bıraktık, birkaç gün içinde tekrar buluşup konuşmaya devam edecekmişiz gibi. Dünya gözüyle bir daha görmedim.

Akademik camiada ilk tanıdığım insanlardan biriydi. Lise yıllarımdan hatırlıyorum, yakışıklı ve genç bir aydının televizyonda sevdalinkayı, balatlarımızı, romanslarımızı anlattığını. Üniversite yıllarımda, tam dergilerde tek tük yazılarımın çıkmaya başladığı zamanlarda karşılaştık. Edebiyat Enstitüsü’nde çalışıyordu. Sırf Munib Maglayliç’le tanıştığım için kendimi yetişkinlere karışmış buluyordum. Az değil, “101 Sevdalinka” ile “Od zbilje do pjesme” (Gerçekten Şiire) yazarı Dr. Munib Maglayliç. İşte tanışıklığımız, arkadaşlığımız o zamanlarda dostluğa, daha sonra da ağabey-kız kardeş ilişkisine dönüştü. Edebiyat Müzesi’nde uzman, daha sonra uzun yıllar müdire olarak çalışan eşi Medhiya, çocukları Elbisa, Semiha, Tarik kısa bir süre içinde ailemizin bir parçası olmuş. Savaşta Munib ağabeyin evi bir nevi huzurevine dönüşmüştü. Sırp işgali altında kalan Grbavica semtinden rahmetli Prof. Dr. Lamiya Haciosmanoviç, Dobrinjya semtindeki evini terk etmek zorunda kalan sevdalinka derleyicisi ve icracısı rahmetli Hamdi Beg Şahinpaşiç, daha sonra Vratnik’teki evinden gelen Medhiya ablanın annesi, Banya Luka’dan Munib ağabeyin annesi… Kısa bir süre sonra Lamiya Hoca başka yere gitmişti.

Her biri başlı başına birer destan. Allah’ım, bu savaş günlerinde ne kadar gülerdik… Size absürt gelebilir, doğru, ancak sosyal hayatımızın bir parçası bu ev ziyaretleri, arada bir düzenlenen konferanslar, sağ salim gelişler, dönüşler… O yıllarda baş kahramanımız Hamdi Beg’di. Sevdalinka derleyicisi ve sanatçısı, tambur eşliğinde sevdalinkaları müthiş bir şekilde seslendiriyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, rahmetli Munib ağabey ile Medhiya abla bizi arayıp, hadi gelin gülelim derlerdi. Çünkü özellikle biz eve geldiğimizde Hamdi Beg coşuyordu. Kahkahalarımız dışardan gelen mermi ve bomba seslerini örtüyordu, yemin ederim. Bir keresinde aramışlar, Hamdi Beg’in seninle görüşeceği var demişler. Gittik, o zamanlarda seksenlerini yaşayan Hamdi Beg bir barış planı hazırlamış, kâğıda dökmüş. Bense, ona göre, planını sunacağı en doğru kişiymişim. Destansı bir amca, gözü pek iyi görmediği için kendi dünyasında yaşıyordu, hiç çocuk sahibi olmamış, yetmişlerinde dul kalıp bir daha evlenmemişti bizim Hamdi Beg. Uzun uzadıya hayatını anlatıyordu, çocukluğunda görme engelli olduğundan diğer çocuklarla sokakta oynamayıp annesinin yanında kaldığını, kadınların toplandığında söyledikleri sevdalinkaları dinleyip ezberlediğini, altı yaşında iken annesinin bir komşusunun tavsiyesi üzerine gözlerine bir halk ilacı sürdüğünde azıcık görmeye başladığını… Sevdalinkaları hafızasında tuttuğunu anlatıp duruyordu. Barış planına gelince, hah, neden ben diye sorarsanız, Hemdi Beg’e göre dünyanın en önemli dilini (yani Türkçeyi) bildiğimden, Türkolog olduğumdan, her yere ve her bir önemli kişiye ulaşabileceğimi sanıyormuş. Biz de kahkaha fırsatını bulduk mu kaçırmazdık. “Bak kızım” dedi, “Sen ister doğrudan Aliya’ya git, ister Türkiye üzerinden haber sal, sen yaparsın, medya aracıyla bari, oranın başkanı Aliya’ya söylesin, eline telefon alsın, Karaciç’i arasın. İyi günler desin, İsa kutlu olsun desin, gelsene Radovan konuşalım, artık fakir fukaranın ölmesine kıyamıyorum, ne seninkilerden ne de benimkilerden. Ben kendime bir kahve söylerim, sen de bir rakı ısmarlarsın, karşılıklı içelim, dursun artık bu savaş desin” dedi. Adamın yüzüne gülmem, ciddi ciddi anlatıyor, hem de destanımsı bir tavırla. Hamdi Beg, bu planınız çok güzel ama pek olası gözükmüyor dedim. Etraftakiler de içinden gülüyor ama kimse belli etmiyor. Bu keyfi sonrasına bıraktık. Ve günlerce, Hamdi Beg’in Aliya-Radovan diyaloğunu tekrarladık.

Savaş bitti. Dostluklara devam. Yaşlıları birer birer son yolculuklarına gururla uğurladık. Yaşadıkları gibi. Dünyaya zaten kalmaya gelmemişiz. İnançla, gururla uğurlayalım, bize sıra gelince gururlu bir uğurlamayı hak edelim. Savaştan tam on yıl geçtiğinde kalp krizi sonucunda aniden Elbisa Hakk’ın rahmetine kavuştu. 32 yaşında, ceylan güzelliğinde dostumun arkasında 2 çocuk kaldı. İlk evladını kaybeden Munib ağabeyin gözündeki neşe sönmüştü. Ben de eskisi gibi gülemiyorum. Boğazıma takıldı bu ani vefat. Munib ağabeyin hayatı aşk, duygu, hasreti anlatan sevdalinka iken balada dönüştü. Duygu dolu, hüzünlü ezgilere. İçinde ne olursa olsun, ne fırtınalar eserse essin asla dışa vurmazdı.

Rahmetli Safet İsoviç veya rahmetli Salem Trebo’nun “Kiša bi pala, pasti ne može“ icrası eşliğinde okumanızı tavsiye ederek, rahmetli Munib ağabeyin çok sevdiği bir baladın tercümesini ve ondan naklen hikâyesini sizinle paylaşmak istiyorum

Sunce bi sjalo, ali ne može…

Güneş parlardı, vah parlayamaz
Yağmur yağardı, eyvah, yağamaz
Ne parlar, ne yağar büyük bir dertten
İbrahim Bey bağlanmış götürülür,
Bağlanmış yürütülür dar ağacına
İbrahim Bey de bakar arkasına
‘Kimsecik var mı, yakınlarımdan?’
Arkadan yürür kardeşi Aliya
‘Kardeşim Aliya, bak evlatlarıma
Evlatlarıma, baktıgın gibi evlatlarına,
Evlatlarını mektebe verince
Ver de benimkilerini, kardeşim Aliya
Kendi evlatlarına elbise biçerken
Biçersin benimkilere de, kardeşim Aliya
Seninkilerin kırmızı ola, benimkilerin siyah ola
Yetim oldukları malum ola!’

Hikâyesi de Munib Maglayliç hocamızın bir kitabında (Usmena balada Bošnjaka, 46-53) naklettiği gibi, Saraybosna’da, Avusturya Macaristan işgali döneminde, muska yazmakla uğraşan bir Hoca İbrahim Bey Kustura varmış. Hocanın uğraşı pek de yeni yönetimin hoşuna gitmemiş. İdam sebebi ise şu: Avusturyalı bir subayın eşi, kocası tarafından aldatıldığı için Hocadan muska istemeye gelmiş. Rivayete göre Hoca hemen kadının derdini anlamış, ailesindeki durumu ayrıntılarla anlatmış. Hocanın kerameti kadıncağızı o kadar etkilemiş ki bir süre sonra tekrar Hocanın yanına gelip İslamiyet’i kabul etme isteğini belirtmiş. Akabindeyse Hoca mahkemeye verilerek idam cezasına çarptırılmış. Başka bir rivayete göreyse Hristiyan bir kız ümitsiz bir aşk için Hocadan muska istemiş, sevdiği onu reddettikten sonra kızcağız kendisini bıçaklayarak öldürmüş, bunun üzerine mahkeme Hocaya idam cezasını vermiş. Her iki rivayete göre, idam yeri olan Vratsa semtinde İbrahim Bey dar ağacına asıldıktan sonra Saraybosna’ya o kadar şiddetli bir yağmur yağmış ki üç gün boyunca kimse evden çıkamazmış.

Munib ağabeyin ölüm haberini duyduğum gün ofisimde yalnız kalmak istedim. Akşam evime, sonra da onun evine gittim. Hiçbir şey olmamış gibi dersten gelmesini bekledim. Ağzımı açmamaya çalıştım, çünkü ikinci cümlede gözyaşlarımın beni boğacağını hissediyordum. Eksikliğini çok hissediyoruz. Edebiyat sohbetlerimizi, destanları, balatları… Tasavvuf, Ehli Beyt sohbetleri, acılarımızı bir an için dindiren esprileri… Cennetin gölgesinde, güzelliğinde, inşallah, aramızı soğutacak bir şey olmayacak. Dünya işleri artık önümüze çıkmaz. Allah’ın izniyle, cennet bahçelerinde tekrar karşılaştığımızda, cümlelerimizi yarıda bırakmayacağız.

Benzer konular