Bakam

Bosnaca’da bu kelime edebi dilde kullanılmıyor. Hatta gençler bu kelimenin anlamını bilmiyor. Az öncesine kadar ben de etimolojisini düşünmemiştim. Bakam, “makyaj” anlamına gelir. Özellikle allık ve ruj. Bakım kelimesinden gelmiş. Bosnaca’da fiil türetilmiş bu isimden. Nabakamiti se, bakamiti se. Makyaj sürmek, makyaj sürüyor olmak. Saraybosna dışında kullanılıp kullanılmadığını bile bilmiyorum. Bazen fazla olur, bazen güzel, bazen abartılı. Bakam önemli amma. Bakım da. Genellikle bakımlı olarak (veya bakamlı olarak) dışarıya çıkıyorduk bu bakam kelimesini kullananların sağlığında. Gençtik. Ruj, allık, rimel, arada bir sürme, bu şekilde dışarıya hazırlanıyorduk. Gençlikte fazla makyaja gerek yok, gençken insan güzel olur, fakat bu ritüeli kimse kaçırmazdı. Sinema, tiyatro, kafe, okul sonrası bir iki tür, bakımsız görünmek istemiyorduk.

Küçüklüğümde evde bir kural vardı: Dışarıya, okula, sokakta oynamaya çıkarken giyemediklerimizi evin içinde de giyemiyorduk. Pijama yatak giysisiydi, sabahlık banyoya kadar geçerli. Hani rahat, hani kimse gelmez diye bahane yoktu. Rahmetli babam evimizin karşısındaki markete kaplan desenli kadife sabahlıkla, saçlarında bigudi olan komşu kadınlar için toplu bir isim kullanıyordu: Görgüsüzler. Görgüsüzlük kafamda çirkinlikten, fakirlikten, geri zekâlılıktan bile kötüydü. Çünkü şahsi bir tercih. Çirkin, geri zekâlı ve özellikle fakir olanlarla alay edilmezdi. Günah. Yasak. Görgüsüzlük, pislik gibi şeyler hem alay hem nefret konusu olabilirdi.

Saraybosna’nın savaş fotoğraflarına bakarsanız, elinde su bidonları olan kadınların gururlu, bakımlı olduğunu görürsünüz. Barış döneminden makyaj kalıntıları da kullanılıyordu. Bombalara, düşmanlara, hastalıklara, gözyaşlarına inat bu bakı(a)m. Ağır bombardıman olan gecelerde pijamayla değil, günlük kıyafetlerimizle yatıyorduk. Tabii ki nevresimleri temiz tutmak için en azından pijama kadar temiz olacaktı bu günlük giysiler. Uykuda, maazallah bir şey olursa, ayıp olmasın, rezil olmayalım, bizi dışarıya uygun olmayan giysilerle hastaneye veya morga götürmesinler. Savaş da olsa görgüsüz olamayız. Mütevazı, temiz, zevkli.

Daha sonra, yaşım ilerledikçe eskiden bakımlı (ve bakamlı) kadınların bakımsızlaştığını görmeye başladım. Kendim de evin içinde gevşeyip eşofman içinde geziniyordum. Rahmetli babamın sert bakışlarına rağmen. Okuldan, şehir sokaklarından, kafelerden, mağazalardan bakımlı hatırladığım bazı kadınlar görgüsüzleşmişti. Evlerinde gördüğünüzde, bakımlı kadınlar kül kedisi ile masal cadısı arasında bir şeye dönüşüyorlardı. İş yerinden eve döndüklerinde rahat bir şeyi giyip temizlik, ütü, yemek gibi işler yapılırdı. Sonra, eşi ve çocukları eve gelince sofralar kurulup yemekler yenilir. “Ödevini sonra anlatırsın”, “Bana ne sınıf arkadaşının yaptığından”, “Ne zamana kadar kafamı müdürünün yaptıklarıyla yoracaksın” gibi sözler… Oturma odasında televizyon açılır, haberler izlenir. Kendi hayatından dizidekilerin hayatını yaşamak daha kolay. Nasıl ve nerde başlıyor bu hayat? Bakımlı ve bakamlı kızlar ne zamana kadar bu görgü ve bakım kurallarına uyarlar? Ne zaman kendilerini bırakıp kül kedisi olmaya soyunurlar? Kimi evlenince. Bakım için ayırmış oldukları tüm enerjiyi bir düğün/gelinlik/duvak/makyaj gibi ıvır zıvırlara harcamış, kızın içinde bir şeycik kalmamış olsa gerek. Evlenerek hedefine ulaşmış, gevşemiş. İmzalar atılmış, geri adım yok. Yuva kurmakla zirvesine ulaşmış oluyorlar. Yeni küçük hedefler evin temiz, yemeğin hazır olması. Sanki düğünden yıllar sonra yıkanmamış düğün makyajları yüzünden her tarafa akmış. Turşular, tarhanalar, açılmış yufkalar.

Bu kadıncağızlar, yavaş yavaş yaptıklarının rengini, kokusunu, kıvamını almaya başlıyor. Dışarıya çıktıklarında, el âlem için yine biraz bakım, biraz makyaj yapıyorlar. Eşleri ise evlerinde turşulaşmış karılarını buluyor. Bazı kadınların zirvesi annelik. Anne olduktan sonra yeni oyuncakları var. Eşini kenara iter, bakımını da, kendisini de, odak noktaları çocukları. Çocukları kendi yuvalarını kuruncaya kadar. Bakım ve bakam aralıkları dışarda, eşlerinin onları bakımlı ve güzel göremeyecekleri anlarda. El alem için, kabul günleri için, toplantılar için. Evde kesilmiş süt kokuyor. Kendilerini bu şekilde vazifesini yapmış sanıyorlar. Ya kocaları etrafa bakmaya başlayınca, sokakta, kahvede, iş yerinde, sosyal hayatta bakımlı bir kadın görse, kabahat bizim kesilmiş süt-turşu-tarhana karışımı olan kadınlarda değilmiş. Aldatan suçlu, aldanmış olan kendisi mağdur. İş yerinden, pazardan, çarşıdan, toplantıdan eve gelince rahat diye o hatları olmayan, yüzsüz sabahlıklar, eşofmanlar, rengi atmış eski giysileri giyer. Saçları çoğu zaman elinden düşürmediği paspasa benzer. Bir de eşinin sadakatsizliğinden şikâyet eder. Hani, evini temiz tutuyor, çocuklarına bakıyor, ütü mütü… Eve yeni dolap, fırın, çamaşır makinesi alınacakmış. Koltuk takımları da eskimiş. Kocasıyla konuştuğunda eskimiş olanları söylüyor, söyleniyor, şikâyet ediyor. O artık yüzüne bakmaz. Eskimiş olanlara bakmak istemiyor. Kocası pırıl pırıl, her gün temiz gömlek, takım elbise… Yüzsüz… Namert, vefasız… Mağduriyet edebiyatına başlar. Sanki gevşeyerek, bakımsızlaşarak kocasını kendisinden itmemiş. Hatta günaha girmesini teşvik etmiş oluyor. Üstündeki ütülenmiş elbiseleri, gömlekleri kırmızı kurdele gibi, başkasına hediye etmek için hazır paket.

Bu bakım ve bakam meselesi sadece kadınlara özgü değil. Aynısını akademide görüyoruz. Profesörlüğü alıncaya kadar akademisyenlerin bir kısmı kendilerini geliştirmeye, bakımlı olmaya özen gösteriyorlar. Bunlar kadro zamanı gelince tam gerektiği gibi makale, kitap yazanlar. Jüriyi tatmin etmek için. Ondan sonra, kimin umurunda! Hani bilim heyecanı, hani araştırmalar, hani yeni sonuçlar? Eski makaleler, eski kitaplar, değişmiş bir iki cümle ile sürünüp emekliliğe doğru gidiyorlar. Çalışmaları da, dersleri de, makaleleri de, kitapları da turşu kokusuna yüz tutmaya başlıyor. Diğer taraftan, rahmetli Halil İnalcık’ı düşünüyorum. Uzun ömrünün sonuna kadar fikirlerinde, çalışmalarında, kitaplarında taze kalmış olduğunu. Görgülü, gösterişli, bakımlı.

Hedef, görünürde olan bir şey için son hedef demek, bundan sonrası yok demek, insanı turşuya dönüştürüyor bence. Turşu da bir kış boyunca yenir, ondan sonra herkes kokusundan kaçmaya başlar. İşte görgüsüzlük bu. Ve hiç de bize özgü değil.

Gençlikte yatalak, hasta, hatta ölüm döşeğinde bile kimi kadınların kocasının gelmeden yastığın altından ruj ile allık çıkardıklarını, makyaj yaptıklarını, koku sürdüklerini biliyor, ağrıları dâhil her türlü stres kaynağını yastıkların altına saklayanlara imreniyordum. Hayat boyunca taze gelin kalmış kadınlara.  Kocalarını cehenneme itmeyenlere. Öğrencilerini, asistanlarını, bilim camiasını günaha itmeyenlere.

Benzer konular