Bugünlerde rahmetli Hacı Hafız Halid Hacimuliç’in günlük yazılarını okuyorum. Öğrencileri tarafından hazırlanmış, daha doğrusu diline imlasına hiç müdahale etmeden, el yazmasının tıpkıbasımlarını içeren bir çalışma yapılmış. Aranızda bu zatın ismini duyanlar hemen derin tasavvufi dini didaktik bir eser olduğunu zanneder. Hayır, bu lise öğrenciliği döneminde tutulan bir günlük defteri. Sade bir dille, Saraybosna ağızıyla yazılmış. Yirminci yüzyılın otuzlarında bir şehirli liselinin gündemi. Daha doğrusu, otuzların ilk yarısında. Oğlum veya ondan yaşı küçük başka biri okusa ne düşünür çok merak ediyorum. Bu yaşlı kuşağı görmüş, hayatının bir kısmını onlarla geçirmiş biri olarak ben bile bu seksen yıllık zaman mesafesini çok uzak gördüğümü anladım.
Hususi araçların çok nadir, tramvay ve tren bulunmasına rağmen bu vasıtalara nadiren binildiği dönem. Yine de tanıdığım sokak ve cadde isimleri, bildiğim ve her gün gördüğüm yapılar var. Okula gidip gelmeler. Başarılı bir öğrenci olarak belediyeden burs aldığını, o bursla hemen kırtasiyeciye gidip not defterleri, kalan parayla sahaftan ikinci el kitap aldığını okuyorum. Kitapçının da, yazarların da, kitapların da isimlerini yazmış. Bir de ayrı ayrı her kitaba verdiği para miktarını. Kitaplar ana dilinde, Almanca ve Fransızca. Satın aldığı Almanca kitaplardan her gün çeviri yapıyormuş. Akabinde hikâyelerin içerdiği sözcükleri derleyip kendine sözlük hazırladığını okuyoruz. On beş on altı yaşlarında bir çocuk. Arkadaşlarıyla top oynamaya gittiğini, oynadıkları maç sonuçlarını, istisnasız her gün okuduğu, ağabeyinin veya kendisinin satın aldığı gazetelerden maç sonuçlarını da kaydetmiş. Okuduğu kitap izlenimlerini, özetlerini yazmış. Hatta arkadaşına okumaya verdiği veya ondan okumak için ödünç aldığı kitapları.
Annesinin ziyaretine gelen kadın isimlerini de yazmış. Hatta, geldiklerinde neler konuşulduğunu, okuma yazma bilmeyen Almas hanıma okuduğu hikayeleri… Bu ziyaretçilerden dinlediği halk hikâyelerini kaydetmiş. Burada çok dikkatimi çeken bir detay var: Lisede okuyan ergenlik çağında erkek çocuğun annesine ve yardımcı kadına ev işlerinde ne kadar yardım ettiği. Su getirirken, temizlik yaparken, dolapları düzeltirken. Onu da yazmış, ne kadar yorulduğunu da. Annemle falanca iş yaptım mutfakta diyor. Evet, bir ağabeyi var, anladığımız kadarıyla bir yerde din dersi öğretmeni olarak çalışıyordu. Ablası evli, bir kız kardeşi okuyor. Düzenli ibadetleri o kadar doğal, o kadar normal kabul ediyor ki yazmaya bile gerek görmüyor. Birlikte kıldığımız namazdan sonra falanca ile filan yere gittik gibi kayıtlardan namaza olan bağlılığını anlıyoruz. Sadece bir yerde, yaz günü sabah namazından sonra sabahın, şafağın güzelliklerini anlatırken ibadetsiz yaşayan insanların ne kadar zarar ettiklerine ait fikrini yazıya döküyor. Annesinin komşusu Almas hanım, gece geç vakitte eve giderken kendisini evinin kapısına kadar uğurluyor. Bir köye gelin gitmiş ablası geldiğinde, giderken onu tren istasyonuna kadar götürüyor, dönüşte, ablasının verdiği tramvay parasıyla ya gazete alıyor, ya sinema veya tiyatro bileti için saklıyor. Ayakları bedava!
Neden bunları yazdım? Şimdi zamane liselileri veya üniversite öğrencilerini, zamane annelerini düşünüyorum. Ev işlerinde yardım etmek! Hem de çalışan bir anneye! Hadi, git oradan! Oğluşum okusun, ders çalışsın yeter. Sadece oğluşum değil, kızım da, biz mesaiden sonra yaparız. Yani baba ile anne olarak biz. Bu da fazlasıyla ilerici bir tavır olabilir, genellikle mesaiden sonra anne bir taraftan yemekle uğraşıyor, yemek pişerken, kendisi evini topladıktan sonra süpürgeyi çalıştırıyor, çamaşır makinesini çalıştırıyor, kurumuş çamaşırları ütülemek üzere ayırıyor. İş dönüşü pazar market işlerini halletmiş, yol üstünde zaten. Misafirler gelirse, hadi şimdi evden dışarı çıkmasın, kahve çay ikramını kim yapar? Evin hanımı mı, beyi mi, delikanlı oğlu veya genç kızı mı? (Bizim eve gelen misafirler, eşim arada bir benden önce davranıp kahve çay ikramı yaparsa, gidene kadar şaşırıp duruyorlar. Hele de eşim sofrayı kurmaya veya toplamaya kalktığında geçirdikleri şokun etkisi yıllarca geçmiyor, haberiniz olsun. Oğlumun yaptığı kahveyi sadece bir misafirimiz içti bu 24 sene içerisinde. Çünkü misafirlerimiz bizden önce gelmişti eve.)
Çocuklarımız kitap parasını bizden isterlerse, koşa koşa veririz. Bazen de kendimiz alıyoruz, hiç de baskın olmadan odasına bırakıyoruz, inşallah canı çeker de okur. Halid Efendi’nin günlük defterinden sinema ve tiyatro sevgisini anlıyorum. İzlediği her filmin özetiyle, oyuncu isimlerini belirtiyor. Tiyatro gösterisinden ne kadar etkilendiğini, kimin oynadığını da. Peki, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini doldurmaya giderken bizim çocukların tiyatro ve sinema alışkanlığı ne durumda? Hadi aldığı burstan biletini almasa da, parayı biz versek… Hele de toplumun gelenekçileri arasında. Ziyaretimize gelen ve geç saatte evine dönen misafirimizi eve bırakır mı çocuğumuz? Yaya değil, kendisine satın aldığımız ve yakıt parasını verdiğimiz arabayla? Cesaretimiz varsa, ilk fırsatta bir soralım! Şimdi ben oğlumun cevabını değil, bakışını ve yüz ifadesini dahi tasavvur edebilirim. Halid Efendi’nin âlimlere, yazarlara, bilgi dolu insanlara karşı gösterdiği saygı da çok net. Bizim kuşakta da âlimlere, yazarlara, eski zamanlar olsa ulema ve kalemiye sınıfına saygı vardı. Özellikle taşra bölgelerde. Bir cami imamına, mahalle okulunun öğretmenine bile saygı vardı. Köylünün, taşralının takdir ettiği dünya öğretmen-doktor-avukat/hâkim/savcı kesiminden ibaretti. Taşralı büyük şehre gelince bu canlı veri tabanlarının çok zengin bir şekilde yaşamadığını anlamış, mademki zengin değil, itibarı da gitmiş taşralının gözünde. Yazar da neyin nesi kimin fesi. Doktor olmuş, üniversite hocası olmuş da altında on yıllık ikinci el araba döküntüsü. Mahalle imamıysa, ne kendi evi var, ne araba. Bu şekilde taşralının gözünden çıkmış bunlar. Saygı göstereceği yeni bir kesim ortaya çıkmış: Hazır çorba gibi yarışma programlarından başarılı şarkıcılar, dizi oyuncuları, mankenler. Otoriteyi bir şekilde elde etmişler. Bir de bu taşralılardan gelme ikinci üçüncü nesil her meseleyi Google hazretlerine danışır. Az değil, tasavvuf tarikat sorarsan, yemek tarifi sorarsan, edebiyatı sorarsan, tıp, hendese, matematik, astronomi ne sorarsan – Google’a sorup her şeyi bulursun. Bilgiler güvenli değil, kitaplarda ara dedin mi, yandın bu yeni nesilde. Çünkü kitap okumaya vakitleri yok, internette her şey özetlenmiş. Yazışmalar da kısa mesajlara, sosyal medya sohbetlerine dönüşmüş. Üslup? Nedir üslup, Çin lokantasından mı sipariş edilir? İmla? Ne imlası? Kısaltmalar, emotikonlar… Boş hepsi.
Ben de pek uzak değilim bu yeni neslin modasından. Eskisini iyi kötü yürütmeye gayret etsem de günlük haberleri artık internet sitelerinden takip ediyorum. Bir önceki ay bir Orta Avrupa gezisinde bir hotelde rezervasyon yaptırdık. Kredi kartıyla girdik, resepsiyonda kimse yok, bankamatik gibi bir yerde check in yaptık, odamıza girdik. Lobi de var, ama insan yüzünü görmedik. Soğuk ve sıcak içecek makineleri… Şu saate kadar odayı terk etmeniz gerekiyor mesajı okuduk. Yoksa hesabınızdan bir sonraki günün konaklama ücreti kesilir. Çıktık tabii zamanında. Makine insan halinden anlamaz. Affetmez. Beklemiyoruz. Bunlara son derece itibar gösteriyoruz. Yetişmekte olan nesillerden hangi mesnevihanlar, hangi âlimler, hangi sanatseverler çıkacak diye düşünüyorum. Kabahat yetişenlerde değil, onları yetiştiren bizlerde. Kendi kendime endişe içinde: “Frene bas. Frene bas, çok hızlı gidiyoruz, az kaldı yoldan çıkacağız” desem duyan olur mu?