Türkiye’de özellikle doksanlarda her işin, her alanın bir mafyası vardı. AK Parti iktidarı ile birlikte bu yapılar bir bir tarihin derinliklerine gitti. Bir tanesi hariç! Entelektüel aydın mafyacılığı… Bu mafya yok olmak şöyle dursun büyüdü, palazlandı, gücüne güç kattı. Aydın olmanın kurallarını belirleyen, entelektüellik için adeta bir mafya yemini ettiren bu kadim çetenin neredeyse iki asırdır amentüsü çok basit; Bu topraklara ait ne varsa hepsine karşı çık, bu memlekete fenalık düşünen gavur kişi, fikir, aksiyon ne kadar muzırlık varsa hepsine ölümüne sahip çık.
Bu amentüyü harfiyen uygularsanız mafyanın akreditasyonu ile sanatçı, aydın, yazar – çizer bir kişilik olabilirsiniz. Oslo Belediye Sarayı’nın Mavi Salonu’na kadar ulaşan bir dizi uzun yol bağlılığın zirvesi sayılıyor. Ki bu yolu Türkiye’den henüz sadece bir kişi tamamlayabildi. Bütün değerlerine küfreden, yalan – dolan onlarca metni hinoğlu hincesine harmanlayıp ‘Roman’ diye yutturan birinin herzelerine verilen Nobel, yeni adaylar için cesaret hapı derecesinde önemli. Usta gazeteci tarihçi Murat Bardakçı’yı bile çileden çıkaran aydın kişilik Nobelli Orhan Pamuk’un meşum Gezi Kalkışması sonrası piyasaya sürdüğü Kırmızı Saçlı Kadın’ın içinde ahlaki sapkınlığın derecesizliğinden örnekler vermek bu sütunları okuyanlara zül geleceği için yazmıyor, bunun yerine aklımızın bir köşesine not etmekte fayda görüyoruz.
Çav Bella nakaratlarıyla gündem
Malum entelektüel şürekanın psikolojik, sosyolojik ve politik ön yargıları hiçbir zaman Türkiye’nin sorunlarını akıl, mantık, vicdan ve merhametle ifade etmeye izin vermedi. Onların ısrarla görmediği, görmezlikten geldiği acılar, çağımıza damgasını vurmuş katliamlar, vahşette sınır tanımayan gaddarlık misalleri bizim ciğerimizi yakarken, gündem yine onların extacy kokulu ağızlarından dökülen Ciao Bella (Çav Bella) nakaratlarıyla yankılandı durdu. Yıllarca ama yıllarca bu ülkenin münevverleri, bilim insanları, alimleri, kendi alanında birer deha olan, eli kalem tutan onca yazar çizer, bu keskin hafiyelerin ahkam kestiği ekranlarda bırakın görünmeyi, yayın yaptığı kanalların önünden bile geçemedi. Aşağılandı, hor görüldü.
Hatta içlerinden biri alkolden uyuşmuş dudaklarıyla ‘zarf-ı mazruf’u anlatmaya çalışan üniversiteli öğrenciyi alenen kovdu.
-Ne diyorsun sen be adam zatturu zutturu’
Reha Muhtar; önüne geleni asan, biçen, savurduğu galiz hakaretler karşısında hiçbir mağdurun hakkını arayamadığı ‘enkırmen’ olarak hafızalarımızdaki yerini muhafaza ederken, Türkiye’nin 28 Şubat’a savrulduğu günlerde oynadığı rol nedense hep göz ardı edilen, korunan, kollanan biri oldu. Tencere – Kapak misali, iri gövdesiyle Zarf-ı Maruf’un içinde yuvarlanıp gitti ‘Sevmek Eskidenmiş Güzelim’ şarkısı eşliğinde…
İrticayla yatıp 10. yıl marşıyla uyananlar
28 Şubat sürecinde irticayla yatıp, onuncu yıl marşıyla uyananlar, AK Parti’nin son 14 yıllık iktidarı süresinde eski alışkanlıklarından bir türlü vazgeçmedi. Kimileri tiyatro sahnelerinde milletin inancıyla alay ederken, başörtülü, türbanlı hanımefendi izleyicilerin gözünün içine baka baka edep yerleriyle oynarken, birileri çıkıp karşılık verince çok bozuldular. Tiyatro sanatının icrası sırasında icabında edepsizlik bile yapılabileceğine toplum inandırılmıştı ama Türk İslam tarihinde derin izler bırakmış ulemaya, padişaha ve halifeye küfürler savurmanın hangi sanatla işi olabilir sorusuna “Sanat evrenseldir, bunu yobazlar anlamaz” diyerek geçiştirdiler.
Bu ülke insanının kahir çoğunluğu onlara göre yobaz, gerici, cahil. Göbeğini kaşıyan ve bidon kafalıdır. Çobandır. 80 yıl süngüyle, baskıyla zulümle idare edilen millet plastik sanatlardan, sahne sanatları, sinema ve edebiyattan zerre kadar anlamadığı için edebini muhafaza ettiyse eğer tam da burada Mehmet Akif’in “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” mısralarıyla başlayan şiiri gelir aklıma.
İşte tam da bu mısralar özetler bu günü. Metin Yüksel’in şehadetinden günümüze kadar canımızı yakan, yüreğimizi dağlayan bütün olaylarda haksızlığa karşı biriken duygular nasıl lisana gelir dersiniz? Ben daha evvellere, 12 Eylül zulmüne hiç girmeyeceğim. İçinde Tuncay Güney gibi FETÖ’cü hilkat garibelerinin düzenbazlıklarıyla ünlü 90’lı yılların iğrenç tezgahlarını da yazmayacağım. Türk Entelijansı Timi’nin 2010’lu yıllar sonrası içine düştüğü trajik durumun zihin dünyamızda nasıl izler bıraktığını hızlıca bir göz atalım.
Selo’ya ayıp olmasın diye sustular
2014’ün Ekim ayında Kobani bahanesiyle sokakları yangın yerine çeviren teröristler Diyarbakır’da fakir komşularına kurban eti dağıtan Yasin Börü’yü katlederken, bu ülkeye adeta bir Kerbela yaşattılar. Henüz 16 yaşında 30 – 40 kadar eli silahlı, sopalı, gözü dönmüş katillerin vahşeti Türkiye’yi ayağa kaldırırken, onlar Amerika’da çocuklarını otomobiline kilitleyip eğlenmeye giden vicdansız anneyi tartışlar. Yasin Börü’nün çığlıkları Diyarbakır’dan tüm yurtta vicdanları ağlatırken, Nişantaşı – Ortaköy’ün ünlü yorumcuları eline saz verip türkü söylettikleri Selo’ya ayıp olmasın diye zağarlık yapmayı tercih ettiler.
Terör örgütü PKK’nın Sur, Silvan, Lice, Hani, Hazro, Bismil, Dicle, Bağlar, Kayapınar, Yenişehir, Kocaköy, Nusaybin, Dargeçit, Derik, Silopi, Cizre, İdil, Varto, Sason, Kozluk’ta kazdığı hendeklerde, teröristlerin demokratik beklentilerini tartışanlar, yakılan yıkılan camileri, mescitleri kütüphaneleri ağzına bile almadı. Ellerinde naylon leğenler, sırtlarında üç beş parça çamaşırla evlerinden kaçışan on binlerce vatan evladını kendi ülkesinde mülteci durumuna düşüren HDP’li sözde belediye başkanlarına tek bir çift laf edemeyen onca entelektüel, yazar-çizer takımı, 8 Ağustos 2015’te soluğu Bodrum Barlar sokağında aldı.
İtinayla üç maymun oynanır
Kimileri geleneksel Türk – Yunan dostluğunu pekiştirmenin yolunun, Yunanistan’ın borçlarını Türkiye’nin ödemesinden geçtiğinden dem vurdu, kimisi Zeybek ile Sirtaki arasındaki benzerliklerin önemine işaret etti.
Suriye’de kan gövdeyi götürürken, milyonlarca insan evinden yurdundan çoluk-çocuğu ile yollara düşerken, ekranlara koşan Türk Entelijansı bu durumu görmezden gelmenin en iyi yol olduğunu ileri sürüyordu. Üç maymunu oynamak tam onlara göre bir işti. Çocuklarını, umutlarını, anılarını Esed’in attığı varil bombalarının yıktığı evlerinin altında bırakıp kaçan milyonlarca insanın umudu Ankara’nın iki dudağının arasındayken, onlar Türkiye’yi seçime götürmenin yolunu aradı durdu.
Mahalle baskısı şahane
Her Ramazan ayı ve seçim öncesi gündeme özellikle getirilen ‘mahalle baskısı’ ise en iyi prim yapanlar arasında. Şortlu kızlara saldırılar, mini etekli kadınların gece sefasında başlarına gelen olaylar sosyal medya üzerinden yürütülen algı operasyonlarında görsel açıdan değil, işin uzmanları tarafından ekranlarda günlerce işlenecek malzeme üretilmesini sağlıyordu.
Minibüs, Otobüs, Metrobüs, Tramvay gibi toplu taşıma araçlarında iki kişi arasında yaşanan ferdi olaylar, katmerlenerek süsleniyor, Türkiye’nin hızla ‘nasıl İranlaştığı’ gözler önüne seriliyordu. Ekranlar, gazeteler, internet haber siteleri, sosyal medyada kurulan bu kirli tezgahın döngüsü içinde tuzağa çekilirken “AK Parti iktidarı bu olaylara göz yumuyor, AK Parti minili şortlu kızlara saldırıyı cesaretlendiriyor” algısı üretiliyordu.
Türk Entelijansı Timi itinayla sunar
Ünlü akademisyenler, ekranların güler yüzlü her konudan anlayan uzmanları saatlerce bunları tartışırken, dünyanın gündeminde saçma sapan mevzular dönüp duruyordu. Neymiş efendim, ABD Suriye’de özel kuvvetler kuruyormuş, terör örgütü DEAŞ aslında Pentagon ve CIA’nın ortak ürünüymüş. Yok terör örgütü PKK, Amerikan ordusu ile aynı safta yer alacakmış.
Şortlu kıza saldıran zanlı sakallı çıkmadığı için pek gündem olmamıştı, fakat mini etekli genç hanıma tekme atan şalvarlı, çember sakallı adam tam aranılan kıvamdaydı. Saldırganın akli dengesinin yerinde olmadığının ortaya çıkması, bir algı operasyonunu daha sekteye uğratmıştı ama olsun. Her yaz ayında, mübarek üç aylarda, olmadı her Ramazan ayında bu mevzuya uygun olaylar mutlaka tekrarlanabilirdi.
2017’ye girdiğimiz günlerde Türk Entelijansı Timi’nin iştahını kabartacak olaylar yeniden patlak verdi. Yer verme tartışması ‘Şortlu kıza tekmeli saldırı’ya dönüşmüş, mini etekli başka bir hanım kızımız olay yerinden canlı yayın yaparak gündemin ilk karelerini ekranlara ulaştırmıştı. Tekme yiyen şortlu kızımızın imdadına bu kez psikolog destekli multimedya ekibi yetişti. Tekmeci saldırganın aksiyon filmlerini aratmayan görüntüleri üstünden bu ülkenin Müslümanları günlerce aşağılandı. Bu aşağılama operasyonunda adı kullanılan Prof. Dr. İlber Ortaylı gibi kerli ferli bilim insanları ortaya çıkıp “Yok artık ben bunu söylemedim” bile demedi.
Müslüman’ın çığlığını hissetmediler
Ve Emani Al-Rahmun. Kaynarca’da gözü dönmüş iki caninin hunharca saldırısında doğmamış bebeği ve 10 aylık oğlu ile katledildi. Müslüman kimliğinden dolayı mı, yoksa başörtülü bir kadın oluşundan mı, mülteci bir anne umutları, hayalleri ve geleceği vahşice yok edilirken onlar hep yaptıkları gibi sustu. Mülteci, Müslüman, üstelik başörtülü. Emani Al-Rahmun’un çığlığını duymadılar, vahşeti görmezden geldiler, bir annenin çığlığını hissetmediler. Yasin Börü vahşetinde üstlendikleri zağarlık rolüne sımsıkı sarıldılar.
Turizm sezonunun açıldığı, Ukrayna ve Rusya’dan akın akın gelecek yüzbinlerce turistin sektörü hareketlendireceği tartışıldı. Mültecilerin turizme olumsuz etkisini rakamlarla ortaya koymaya çalışan ünlü ekonomist, Suriyeli sayısının 5 milyonu geçtiğini iddia etti, oysa içlerinden bir anne, karnındaki bebeği ve 10 aylık yavrusu vahşice katledilmişti, bir başka turizm uzmanı Antalya’ya Suriyelilerin girişinin engellenmesini istediğinde, Emani Al-Rahmun ve evlatlarının cansız bedenleri İdlib’de ebediyete uğurlanmıştı.
Bu ülkede AK Parti iktidarıyla birlikte mafyalar silahlarını gömerken, entel mafyası gün geçtikçe palazlandı. İşin içine sosyal medyanın girmesiyle birlikte, yalan yanlış ne varsa Müslümanların üzerine boca ederek yerlerini sağlamlaştırma derdine düştüler. Acılarımız, acıları olamadı. Hiçbir zaman değişmeyen iktidarlarıyla halka kafa tutmayı amentülerine eklerken, bilmedikleri bir şey vardı. Bu halk artık mafyaya sadece karikatür karelerinde yer verecekti. Bizim orda şöyle derler: Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye.