Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyaset dilini seviyesizleştirirken, mimiklerinin nasıl aniden gevşediğini ve yüzüne bile bile kabahat işleyen bir çocuğun -ifadesi mümkün olmayan- zevk tebessümünün nasıl yayıldığını mutlaka fark etmişsinizdir.
Ben bu hali, Gezi eşkıya kalkışması sırasında basın açıklamaları yapan komitacılarla, 17 Aralık’ı takiben ekranlarda yorumlar yapan Paralel medyanın yazarlarında görmüştüm.
Gezi komitacıları, Türkiye’de idare eden ve edilen sosyolojinin değiştiğini, iktidarın sokağa inen sorumsuz, dertsiz, vatan duygusundan ve millet anlayışından yoksun haramiler topluluğunu dinlemek zorunda olduğunu, dahası onları temsilen kendilerinin onayı olmaksızın havaalanı, köprü, baraj vb. yapmak bir yana, artık çivi bile çakamayacağını açıklarlarken yüzlerine sırıtkan bir tebessüm eklemeyi hiç ihmal etmiyorlardı.
Paralel medyanın yorumcuları da yine fon olarak kullandıkları ayakkabı kutularının önünde, her şeyi biz biliriz, bizim bildiklerimiz iktidarı güçsüz, dayanaksız kılmaya yeter edasıyla aslında kendi cürümlerini anlatırlarken, genelleşmesini umdukları adi bir literatürle pekiştirilmiş edepsiz bir itirazı önce yüzlerine kazırlardı.
Bu haller ucuz devrimci tiratları, sahabe hayatından örneklerle, alim-zalim karşılaştırmalı pehlivan tefrikası tarzındaki nutuklarla, İsa ve ona ihanet eden havari efsaneleriyle medya arşivine gömülürken, biz de aşinası olacağımız, tekrarlandığında hemen tanıyacağımız tipik bir görünürlüğü de alıştırılmış olduk.
Şimdi Kılıçdaroğlu, bu görünürlüğü seviyesizleştirdiği siyaset dilinin sabit bir formuna dönüştürmeye ve böylece onu kuru bir inadın, kemikleşmiş bir kinin ve ille de bilinçli olarak işlenmiş bir muzır fiilin nesnesi kılmaya çalışıyor; Cumhurbaşkanı’ndan söz ederken, Başbakan’ı eleştirirken, Bakanlara hakaret ederken de yüze (“yüzsüzlüğe” desek de olur) başvuruyor.
Elbette Kılıçdaroğlu, kendi destekçi kitlesinin, fanatik taraftarlarının hal ve gidişatını temsil tahtında yapıyor bunları; neyin, neden protesto edildiğini bilmeksizin, CHP’li olmak bakımından sadece Recep Tayyip Erdoğan’ı kötülemek kastıyla yürüyüşe katılanların psikolojilerini gözeterek yapıyor.
Birkaç gün önce, turizmin mevcut durumu hakkında bilgilerine başvurduğumuz bir otel sahibi şunu anlattı: Oteli inşa ederken, bir grup orta yaşlı kadın her gün öğle vaktinde ellerinde Erdoğan’ı kötüleyen dövizlerle gelip gösteri yapıyorlardı.
Bir gün onları karşılayıp ağaç kesilmediği, çevre tahrip edilmediği halde bu protestoyu neden yaptıklarını sorduğunda şu cevabı alıyor: “Biz ağaç kesiliyor, çevre tahrip ediliyor diye protesto yapmıyoruz; bunlar umurumuzda da değil. Bizim amacımız Erdoğan’ı protesto etmekten ibaret. Bu inşaat sahası uygun göründüğü için protestomuzu burada yapıyoruz.”
Doğrusu tabanının seviyesi ve yönelimi böyle, halen açık bir savunucusu ve temsilcisi olduğu Gezi eşkıyalarının ve 17 Aralık darbecilerinin mirası bu kertede olunca, Kılıçdaroğlu’na da yukarıda zikrettiğimiz yüz birebir yakışmış oluyor.
Bu yüzün (ya da yüzsüzlüğün), şu zamana, şu günün insanına, toplumuna, siyasetine yakışmadığının ise Kılıçdaroğlu için hiçbir önemi yok.
* * *
Seviyeli tartışma düşünmeyi bilenlerin, kıyasıya didişme ise beyniyle araları açık olanların işidir.
Laiklik ya da bu karatta başka bir şey!
Aslında benim için Kilis’e düşen bir roketin yıktığı bir kümes kadar olsun haber değeri taşımıyor, ciddiyet ifade etmiyor.
Ama sormadan da edemiyorum: Üçüncü sınıf bir mesele niyetiyle de olsa neden tartışılamıyor bu? Neden muhalefetin ilk işi “Bunu bir tartışalım” diyebilen Meclis Başkanı’nı istifaya davet etmek oluyor?
Tartışılamadığı halde değişmeyenlerin, bir çırpıda yobaz ilan ediliverdiği laikçiler dünyasında, devletin değişmeyen esasları diye bir şeyden nasıl söz edilebiliyor?
Cumhurbaşkanı’nın geçmişe özlem duyan bir lider olarak damgalanmaya çalışıldığı şu ortamda, değişme imkanlarını reddetmek, bir değişim projesinin içeriğini bile dinlemeden onu mahkum etmek nasıl bir ilericiliğe isabet ediyor?
İnsanlık adına ortaya konulmuş düşüncelerin değerini teslim etmekle, onların değerlendirilmelerinin ve neticede doğruluklarına ya da yanlışlıklarına, en azından şimdiki zamana uygun düşüp düşmediklerine karar vermenin farkı neden anlaşılmıyor?
Laiklik, laikçilik olarak anlaşıldığından ve böyle uygulanmak istenildiğinden mi?
Kavramların bir düşünceyi temsiline ve taşımasına değil, bir ideolojiyi temsiline ve bir fanatizmi sembolize etmesine itibar edildiği için mi?
Hani Kemalizm çağdaşlıktı, hani CHP değişen dünya demekti, aslolan halkların ilerlemesi, aydınlık geleceğe yönelmesiydi?
“Laikliği bir konuşsak mı?” denildiğinde, ilericilerin aklı seksen yıl geriye kilitleniveriyor, sözüm ona aydınlar da muhafazakarlara laikliği yedirmeyiz moduna geçiveriyorlar. İlericilik bitiveriyor böylece, çağdaşlık tozlu raflara kaldırılıyor hemen.
Bunlara bakarak, “korkmayın ey düşüncelerini ipotek etmişler tayfası; laikçilik putunuz yerinde duracak ve sizlerin ona tapınma özgürlüğünüz korunacak” diye teminat veresim geliyor.
Demek ki, bir şeyi düşündürmeye çalışmadan, düşünülmesini önermeden önce, düşündüklerini sanan laikçi-çağdaş yobazları eğitmek gerekiyor.
Kılıçdaroğlu’nun büyük genel başkan, John Dündar’ın büyük gazeteci, Leman Sam’ın büyük sanatçı, Zülfü Livaneli’nin büyük edebiyatçı, Murat Belge’nin büyük düşünür sayıldığı şu ortamda söz konusu eğitimin de hiç kolay olmayacağı anlaşılıyor.
Ama yine de laikçiler için eğitim artık şart!
Çünkü dünya dönerken, laikçiler sabit durur demek tek kelimeyle ayıp oluyor, ayıp!