“Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır” demiş atalarımız. Bunu, ırkî anlamda “bizim atalarımız” dememişlerse de, insanlık dediğimiz tümellikte, yine insan faydasına üretildiği için onu bizler de sahiplenebiliyoruz.
Zira, “logos / söz” bizim diyarımızda, tüm diyarlarda olduğundan çok daha kıymetlidir; işiterek / duyarak / dinleyerek (sem’an) ve görerek (zahiren) “bilme kültürünü” kendimizde toplayabildiğimiz için, duyduğumuz iyi sözleri, başkalarınca da görülebilmesi kaydıyla yazıya dökerek geleceğe taşıma gayreti içinde olmuşuzdur.
“İyi söz”, Allah’ın, peygamberinin, hikmet sahiplerinin sözlerine muhalefet etmeyen, bilakis onlar tarafından dile getirilen hakikatleri teyit eden sözdür. Böylece “iyi söz”ü, önce bize taşıdığı hakikatle, sonra o hakikatin sahih hakikatle ilişkisine göre test ederiz.
Nitekim ecdadımız da çok beğendikleri sözleri bu teste bağlı olarak bidayetinden beri kaydedip, kitap kitap bizlere ulaştırmakla kalmamışlar, “güzel alışkanlık kazandırma” cümlesinden söz konusu eylemlerini bizlere sevdirmeyi de bilmişlerdir. Bu manada bizim dünyamızda hiçbir iyi okur yoktur ki, okuduğu bir kitapta beğendiği (ve dolayısıyla “iyi” bulduğu) sözlerin altını çizmemiş ve onu geleceğe taşıma gayreti göstermemiş olsun.
İyi söz bazen şimşeğe benzer, bazen de yıldırıma. Bizler şişmek gibi sözleri sevmekle beraber asıl yıldırım gibi sözlere erişmeye can atarız.
Zira şimşeğe benzeyen söz ışık ve renk kırılmalarıyla, şöyle bir yalayıp geçer idrakimizi (algımızı), ama yıldırıma benzeyen söz hafızamızda (belleğimizde) kendi cirmine (muhtevasına) göre bir alanı yakarak kendisine yer edinir.
Zaten şimşek, biri pozitif diğeri negatif yüklü iki bulut arasında oluşan yüksek elektriğin, onların arasında boşalması iken, yıldırım, o yüksek elektriğin yeryüzüne boşalmasıdır. Dolayısıyla şimşek göksel mekanda gerçekleşirken, yıldırım göksel mekandaki şimşeği yersel mekanına indiren olarak, hem mekanlar arası bir ileten hem de bize (tasarrufumuza) ait olan yerde mekan tutandır.
Bu manada seleflerimizin, şiiri bir yıldırıma, şairleri de derece farklarıyla birer mecnuna benzetmeleri çok yerinde bir seçim olsa gerektir. Erken devir İslam kültürünün de devraldığı şekliyle, klasik Arapçada şiirin “ilim” kelimesiyle karşılanması da yine bu manada altı çizilmesi gereken bir husustur.
Zira yıldırım düştüğü yeri yakarken, sözün bir kipi (modusu) olarak şiir de eriştiği idrakte önce bir yanma meydana getirir, sonra söyleyen onu söylediği andan itibaren korunmasız kalıverir; diğer bir söyleyişle söyleyen bizzat kendisini idrak tarzıyla, düşünme biçimiyle ve düşünmesine mahsus tüm malzemesiyle ele verir, yani ortalığa saçar.
Bu nedenledir ki, söz konusu duruma karşı şerbetli (uyanık ve denetleyici) olmayanlar kendilerini çırılçıplak bırakacak şiire değil, kurguya tabi olan metinlere (nesirlere: hikayelere) yönelirler; zira kurguda örtü kendiliğinden oluşurken, şiirde örtü kendiliğinden açılır.
Hal böyle olduğundan, iyi sözü keşfetme ve yazıya aktarma çabası da bizde çoğunlukla şiirler üzerinden yapıla gelmiştir.
“Berceste” ortak adını taşıyan ilgili derlemeler, Farsça “ber / üzere” ile “ceste / yukarı sıçramış / değeri yüksek” kelimelerinin terkibinden oluşarak, ilk (sağlam, latif; seçkin, seçme) manalarına da uygun olarak, “seçilmiş, güzel, anlamı yüksek şiir güldestesi” şeklinde tanımlanmıştır.
Son zaman bercestelerinden biri olan, Sıtkı Çoban’a ait, “Eskimeyen Şiirimizden Hoş Bir Sadâ – Beyitler, Hikmetler, Mısralar” adlı seçkiden (Semerkand Yayınları, İstanbul 2013) yapacağımız birkaç seçme ile tamamlayalım bu yazımızı:
Erzurumlu İbrahim Hakkı:
“Aşk der gönlün perişân eylerem / Cismi ta’mîr etme vîrân eylerem / Olsan Eflâtûn misâli pür-hikem / Ben seni hüsnümle nâdân eylerem” (Aşk şöyle der: Senin gönlünü perişan ederim. Bedenini tamir etme, onu da viran ederim. Eflatun gibi hikmetlerle dolu olsan bile, ben seni güzelliğimle bilgisiz hale koyarım).
Fuzûlî:
“Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil / Bana ta’n eyleyen gafil, seni görgeç utanmaz mı” (Ben sana meyletmemiştim bile, sen aklımı aldın. Beni bu halimle ayıplayan gafil kişi seni görünce utanmaz mı).
Şeyh Galib:
“Ben ne hâcet kim diyem rûh-ı revânımsın benim / Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim” (Benim canımsın, ruhumsun dememe ne gerek var, gizlesem de açığa vursam da benim canımsın sen).
Yunus Emre:
“Dervişlik başdadır tâcda değildir / Kızdırmak oddadır sacda değildir” (Dervişlik baştadır, taç ile değil. Kızdırmak, yakmak özelliği ateştendir, sacdan değil).
Niyâzî-i Mısrî:
“Dermân aradım derdime derdim bana dermân imiş / Burhân aradım aslıma aslım bana burhân imiş” (Ben derdime derman aradım, derdimin dermanı derdimin kendisiymiş. Aslıma burhan, delil aradım; aslımın kendisi delil imiş”.