Yerellik ama neden?

Batı medeniyetine göre, hemen her düzeyde geri kalmışlıktan ve bunun sonucu olarak Müslüman erkini maruz kaldığı gerileme, çöküş ve yıkılıştan kurtarmak için, Müslüman ulema ve münevverler arasında üç yüz yıldır yoğun bir tartışmanın sürdüğü malumdur.

Bu tartışmaların, “Modern dönem(in)de, İslam toplumlarının Müslüman kalarak kendilerini yenilemeleri anlamına gelen ve çoğunlukla ıslah / ıslahat, tecdid ve ihya kavramlarıyla ifade edilen reform hareketlerinin bir parçası olarak bu kaynaklara dönüş çağrısı oldukça etkili oldu ve kısa zamanda Osmanlı topraklarından Hindistan’a, Orta Asya’dan Uzak Doğu’ya kadar İslam dünyasının her tarafında yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren hayli aşina olunan bu çağrı sahipleri arasında Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Abdurrahman el-Kevakibi, Reşid Rıza, Muhammed Ferid Vecdi, İstanbul’da Mehmet Akif başta olmak üzere İslamcı çevreler; Suriye’de Cemaleddin el-Kasımi, Tahir el-Cezairi, Abdülkadir el-Mağribi ile Irak’ta Mahmud Şükri Alusi gibi Selefiler, Cezir’de Abdülhamid ibn Badis, Mübarek el-Mili, Muhammed Beşir el-İbrahimi ve Malik b. Nebi; Tunus’ta Beşir Sefer el Fasi, Rusya Müslümanları arasındaki ceditçi muhitler, Uzak Doğu’da Hicaz ve Mısır’da tahsil görüp memleketlerine dönen Şeyh Ahmed Hatib Ninangkabau ve onun Şeyh Muhammed Tahir Celaleddin gibi öğrencileri ile Serekat İslam ve Muhammediyye gibi yenilik taraftarı teşkilatlara önderlik eden isimler sayılabilir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Mısır’da ve Arap dünyasında Seyyid Kutup başta olmak üzere İhvan-ı Müslimin düşünürleri ile Pakistan’da Mevdudi gibi Cemaat-i İslami yazarları, Türkiye’de geleneksel cemaat yapıları dışındaki ‘mealci’, ‘aktivist’,  ya da ‘radikal’ gibi nitelemelerle anılan çevreler kaynaklara dönüş fikrinin takipçileri arasında sayılabilir.” (M. Suat Mertoğlu, Kaynaklara Dönüş Hareketi: Selefi Bir Talep mi, Modern Bir Yöneliş mi? Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi adlı sempozyum tebliğleri içinde, Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, İstanbul 2013)

İsimler resmi geçidinden oluşan bu tabloyu alıntılamamın nedeni, benim de içinde yer aldığım (şimdi 50 ila 60 yaşlarını idrak eden) Seksen Kuşağı’nın, zikrettiğim tartışmanın modern döneminde, kimlerden etkilendiklerini mümkün olabildiğince doğru iletebilmek içindir.

Ki, bu etki, tartışmayı gerektirmeyecek kadar kesindir, sadece kimi kişiler ve gruplar itibariyle onun düzeyi ve şiddeti tartışılabilir.  Ancak bunu da öteletebilecek (hatta gereksizleştirebilecek) mahiyetteki şu “can yakıcı soru” ise her zaman bu tartışmanın önüne geçer:

“İslam coğrafyası olması bakımından tek bir coğrafyadan söz edilmesine karşılık, zikredilen tartışmaya katılan meşhur isimlerin, ileri sürdükleri (ve bizim de yoğun olarak etkilendiğimiz) görüşlerde, kendi yerel coğrafyalarının ve yaşadıkları nevi şahsına münhasır siyasi şartların etkisi neden göz önüne alınmamış ve bu yüzden mezkur problemler, tikelden tümele gidilerek daha kolay çözülebilecekken, neden tümelden tikele gidilerek genel bir kangrene dönüştürülmüştür?”

Bu sorunun hem içerik hem de mana yönünden çift yönlü bir ağırlığa sahip olduğunun farkındayım.  Dolayısıyla kendi zamanımdan bir örnekle bu ağırlığın en azından içeriğini seyreltmeye çalışayım:

Seksen Kuşağı olarak, şehid Seyyid Kutub’un (Rabbimizin rahmeti daima onun üzerinde olsun) Yoldaki İşaretler’inden ve bilahare Fi Zilali’l-Kur’an tefsirinden İslam’ı öğrendiğimiz ve İslami düşüncemizi (İslamcılığımızı) büyük oranda bunların içinden geçerek kurmaya çalıştığımız malumdur.

Öyle ki, Kutub’un düşüncesinden baktığımızda, sistem (devlet) ile ilişkilerimiz çevresinde kendimizi tartışmasız bir günahkar olarak görüyor ve bundan kurtulmanın ilk yolunun da geleneksel Müslümanlar olarak nitelediğimiz kendi ailelerimizle çatışmadan, Cuma namazlarının terk edilmesiyle başlayan camiden (ve cemaatinden yani halktan) uzaklaşmadan geçtiğini sanıyorduk.

Mısırlı Müslümanlarla, Osmanlı bakiyesi Türkiye Müslümanlarının Batılılaşma (zorunlu modernleşme) şartları itibariyle benzerliklerinden bir ayniyet üretiyor ve dolayısıyla tarih boyunca herhangi bir Mısırlı (yerel yönetici) tarafından yönetilmemiş olan Mısır halkıyla, bin yıldır kendi içlerinden çıkan yöneticiler tarafından yönetilmiş bu ülkenin halkını, taguta hizmette, zulme rıza göstermekte, din düşmanlığında ve yenilgide eşitliyorduk.

Bu hengamede, Osmanlı’nın ne yükseliş, ne de çöküş devrinde asla zikredilmeyen “İslam devleti” teriminin, neden Mısır’da üretildiğini ve bizler tarafından koşulsuz bir kabulle baş tacı edildiğini soracak zamanımız bile olmamıştı.

Hal böyle olunca, ümmet eksenli (tümel) düşüncelere sahip olduğumuzu zannetmemiz, Müslüman olarak kendimizi aklamamıza (bununla bir teselli bulmamıza) o günlerde belki yeterli geldi ancak, mezkur probleme dair hiçbir yeni düşünce üretmeksizin, deyim yerindeyse teklif bolluğu içinde zihinsel patinaj yapmamızdan başka bir sonuca da evril(e)medi.

İşte bu nedenle şimdi hepimiz aynı soruyu soruyoruz: Şunca alimin, münevverin onca tartışmalarına rağmen, bilinen problemlerin halli konusunda üç yüz yıldır neden bir arpa boyu yol alamadık?

Şimdi şunu görüyoruz ki, Müslüman toplumlardan biri ya da birkaçı (Türkiye’si, Mısır’ı, Tunus’u…) gerekli özgürlüğe, ekonomik ve askeri güce ulaşmaksızın emperyalizme karşı çıkmak, onları İslam coğrafyasından sürüp çıkarmak mümkün olmayacaktır. Dahası ilim, sanat ve metafizik de bu iki gücün kazanacağı ivme ile ancak ivme kazanacaktır.

Bu durumda, İslam ümmetinin emperyalistlerin tasallutundan kurtarılmasını hedefleyerek, malum problemlere karşı, sonuç üretici yerel bir arayışı başlatma zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu?

Sorulması kolay olan bu sorunun, n’ola cevabı da kolay olabilseydi.